1-Ağa Çocuğu Hasan Ağa

Anadolu’ya nam salmış, Deli Güccük ağanın oğlu olmak kolay mı? Valileri, kaymakamları ağırlamışlar evlerinde. Hep verici olmuşlar. İnsanların, fakirin, fukaranın, düşkünün yanlarında olmuşlar. Ama bir gün yolcularını taşımamaya başlamış bu gemi. Tadılmaya görsün gurur, özgüven ve verici olma alışkanlığı; ağalığın Anadolu’daki müspet karşılığı, belki de bu vericilikten gelir, halk arasında böyle algılanır.

Hasan ağa, ağalığın şaşalı döneminde, Şarkışla’nın Kızılcaaşla beldesinden, Nafer Pehlivan’ın güzelliği dillere destan olan kızı ile nişanlanmış. Bu nişan için 50 at arabası koşumlanmış, beş araba sadece erzaklara ayrılmış. Yedi tuluk yağ götürmüşler yanlarında. Çok güzel bindiği Arap atı ve ona eşlik eden atlılarıyla Hasan ağa büyük bir coşkuyla girmiş Kızılcaaşla’ya. Yedi gün yedi gece sürmüş nişan merasimi. At yarışları, değnek, çelik-çomak oyunları ve bölgenin kendine güvenen ünlü güreşçilerinin er meydanında onlar için güreş tutuşu… “Güccük ağanın oğlu nişanlanıyor, nişan var ey ahali.” Uzun süre anlatılmış bu nişan bölgede.

Nişandan sonra üç ay geçmiş geçmemiş, ansızın gelen bir hastalık alıp götürmüş, 18 yaşına henüz yeni girmiş bu güzeller güzeli nişanlıyı. Bu ani ölüm şaşkına çevirmiş herkesi, ama yapacak bir şey yok. Hasan ağa anlatırken o günleri, tarifi zor bir özlemle kıvranırdı. Yüz hatlarında oluşmuş derin çizgileri dolduran ıslaklıktan, 50 yıl sonra bile gönlünde o güzelliğe dair hatıraların hala yaşadığı belli olurdu.

Bu acı kayıptan sonra aradan iki yıl geçer, evlendirmek ister aile Hasan ağayı. Nasip bir güzelden açıldı mı artık, geri dönüş yok. Yine güzel mi güzel, akıllı mı akıllı bir kız bulurlar; Ünlü Ayşe bacının (Anşe) kızı Remziye. Ayşe bacı: “Güccük ağamın oğluna canım kurban” der ve mutlu sürecek evlilikleri başlar.

Evlilikleri boyunca birbirilerini çok sevecek olan bu çift, kendileri için bir yuva kurmaya, tek gözde olsa başlarını sokacak bir ev yapmaya karar verirler.

Ev dediğiniz nedir ki? Para yok, pul yok, hazırda taş yok, ağaç yok. Anadolu’da bunu, “Ergene karı boşamak kolay” deyişiyle açıklarlar. Evet, uzaktan ev yapmak kolay gelir insana. Hele bir işin başına geç. Onlar da ergen misali “Elde avuçta yok ama dağda bayırda çok” derler. Dağ bayır taş toprak dolu. Biraz çalışmak ister hepsi bu. Doğa zengin, çalışana, emeğini esirgemeyene karşılığını mutlaka verir.

Haydi, bismillah der ve işe koyulur Hasan ağa. Ahşap tahtaları düzgün bir dikdörtgen yapısında bir araya getirerek üç gözlü bir kerpiç kalıbı yapar. Sonra araştırırlar en iyi toprak nerede, nasıl bir kerpiç dökmeliyiz diye. Ve başlarlar buldukları kırmızı toprağı kerpiç dökülecek alana taşımaya, toprağı saman ve suyla karıştırarak çamur yapmaya. Saatlerce çiğnenir bu çamur karışımı özlensin diye. Bu arada, kerpiçler yapışmasın diye kuru saman serpilerek, kerpicin döküleceği düz alanlar hazırlanır. Çamur özlendikçe özlenir. Dinlendirilir, tam kıvamına gelsin diye. Sonra başlanır ateş tuğlası gibi şekilleneceği ahşap kalıplara konmaya. Hasan ağa çamuru doldurur bir kovaya ve doluncaya kadara döker ilk kalıbın içine. İlk kontroller yapılır, “Evet evet olacak, güzel olacak, bugün 20 adet dökelim” derler. Deneme için ilk kerpiç grubu dökülür. Ertesi gün yavaş yavaş kalıplar sökülür.

Kalıp sayısı az, dikkatli kullanmak gerekecek. İlk ürünler iyi görünüyor, dağılma yok, çamur kalıbı kolay bırakıyor ve kerpiç yüzeyleri çok düzgün. İkinci gün akşamüzeri, bugün 50 adet dökelim derler. 50, 100 derken bir ay içerisinde 3000’den fazla kerpiç dökerler. Geceli gündüzlü amansız bir çalışmanın sonunda başlangıç için yeterli sayıda kerpice ulaşırlar.

Bu arada taş ocakları bulunur taş çıkarmak için; kaya parçaları, balyoz, maline, keski gibi aletler yardımıyla duvarda kullanılabilecek düzgün yüzeyli taşlara dönüştürülmeye çalışılır. Bir at arabası, iki, üç derken ev yapılacak yerde epeyce bir taş biriktirilir.

Herkes hayretle bakar bu çifte, yaratmaya çalıştıkları yuvalarına destek olmaya çalışırlar. Kurumaya başlayan kerpiçler yavaş yavaş döndürülür oldukları yerde, diğer yüzleri de kurusun diye. Kuruyan kerpiçler, hazırlanan taşlarla birlikte yerini alır duvarlarda ve iki gözlü bir yapı hızla yükselmeye başlar.

Topraktan yapılmış bu yapıyı, ne yağmur, ne kar, ne de rüzgar yıkmayı başaramaz. Aradan geçen seksen yıla, tüm güçlüklere ve doğal darbelere inat bu bina hala ayaktadır. İşte bu binada, yokluk içerisinde ama mutlu bir aile yaşamı başlar. Hasan ağa, çocuklarına yaraşır bir düzen kuracaktır Güccük ağanın oğlu olduğunu, kimseye muhtaç olmadan yeniden yaşamını kazanacağını elaleme gösterecektir. Bu inançla geceli gündüzlü çalışmaya devam ederler.

Tarlalar sürülür, tarihi yazan araçlar; “Karasaban, bir çift ala öküz, lastik ayakkabı ve bir heybedir.” Doğuya, batıya, güneye, kuzeye 10 cm genişliğinde bir toprağı işlemek için, başlar sabır yolculuğu. Kumaş dokunur gibi işlenir sabırla toprak. Sabır, gurur ve azimle 3 dönüm (3000 m2) arazi, en az 3 gün iş ister, gün ağarmadan başlayan iş, sabah 5’den aksam 7’ye kadar çalışarak, ancak gün batımında biter ve bir düzen kurulmaya başlanır.

Çocuklar dünyaya gelir, bu mutlu yuvanın ürünleri olarak. İşte bir son çocuk sonrası, karabasan günleri geri gelir. Kaybedilir güzeller güzeli Remziye hanım. Çalışkanlığı, iyilikseverliği, güzelliği ile herkesin gönlünde taht kurmuş, Hasan ağanın Remziye’si veda eder genç yaşta bu dünyaya. Lohusa iken çok çalışmaktan ve üşütmekten dolayı hastalandığı söylenir.

Altı öksüz çocuk ile birlikte çok güç bir yaşam başlar Hasan ağa için. Unutamaz Remziye’sini, otuz yıl sonra bile, dudaklarının arasından dökülen ezgiler hala kulaklarındadır Hüseyin’in, Veysel’in, Emişen’in. Dökülen iki damla yaş, sanki asırlık yüz çizgisinde bir saat akar aşağı doğru, yer çekimine karşı koyarmış gibi. İki damla gözyaşının saatlerce süren yolculuğu her şeyi anlatır insana.

Ve Hasan dede, kendini eşinin anısına ve çocuklarına adar. Yeniden mücadeleye karar verir. Kimseye muhtaç etmeden büyütecek, yetiştirecektir çocuklarını. Annesiz perişan olmayacaktır çocuklar. Hem babalık hem annelik dönemi ve tek başına bu amansız mücadele çok yıpratır onu. Sonunda baskılar artar sevenlerinden. “Kendini düşünmüyorsan bu çocukları düşün, bak Gemerek’te çok uygun bir hanım var. O da çok sıkıntılar çekmiş, 40 yaşında, sana eşlik eder bu mücadelede, en önemlisi çocuklarına analık eder” derler. Sonunda “Peki” der Hasan ağa, içi çok rahat etmese de mantıklı olmaya çalışır. Gemerek’ten at arabasıyla yeni hanım Kümeören’e getirilir. Adı Emine’dir. Emine Çıtak, Çıtak Ahmet’in Kızı derler ona, Zeliha’dan olma. Ona Kümeörenli Emine Hatun diye hitap ederler ilk günden ve adı öyle kalır. Emine Hatun (Eminatın) abla kabullenir çocukları, kendi çocuğu gibi. Kendi çocuğu da yoktur zaten.

Çok zaman geçmez aradan, kırk yaşından sonra Allah ona da çocuk sahibi olmayı nasip eder. Ailede herkes şaşırır. Ayrı bir sevinç kaplar aileyi. Güccük korlar adını, Güccük ağanın isteği üzerine. Duyunca bir torunu olmuş, hemen seslenir, sesini yükseltebildiği kadarıyla, “Adımı koyun adımı” der. Biri öldüğü için altıdan beşe düşen öksüz çocuklar, aralarına katılan bu yeni kardeşle birlikte hayat mücadelesine devam ederler.

Güccük (Hüseyin), öksüz büyüyen kardeşlerinin yanında öksüzlüğün nasıl güç bir şey olduğunu, iliklerine kadar tadarak büyür. Anneye duyulan özlemin hiçbir koşulda giderilmesinin mümkün olmadığını görür. Annesinin kardeşlerine sık sık, “Oğlum ben de sizin annenizim, ben ister miydim annenizin ölümünü, kader böyle yazılmış” dediğini hatırlar. Çok severler Güccük’ün kardeşleri annesini, haklısın abla derler, senin ne günahın var, bu bizim kaderimiz. Her hatıra, bir gözyaşı seli olur. Özellikle kardeşlerin en büyüğü olan Refika ablanın annesiyle ilgili anlattığı anılar tüm çocukları sık sık gözyaşına boğar.

Güccük, ağabeyini kaybettiğini duyduğu an, akşamüzeri, 17.00’de, 50 yaşındadır ve kendini elli yıl önce kardeşlerinin hissettiği gibi öksüz hisseder. Amerika’da öksüz kalmıştır. Oklahoma Eyaletinin Stillwater şehrinde, güzel bir kampus üniversitesinde, kendini geliştirmek için yaptığı bu kısa ziyaretin son 15 gününde, dayanılmaz haberi alır. Haykırır, yalnız kaldığı iki odalı FRC konutlarında, “Ağabeyciğim bizi öksüz bırakamazsın, bizi sevginden mahrum edemezsin. Bu bir kâbus olmalı, nasıl katlanacağız senin yokluğuna, Allahım, Allahım yardım et bize.”

On beş günlük Türkiye’ye dönüş süreci 15 yıl gibi geçer Güccüğe. Amerika’dan biran önce gelip ağabeyine sarılmak ister, sanki mezarına gidip toprağını kucaklayınca yeniden canlanacak Ali Gardaşı. Bu süreçte Stillwater’da dostları Hüseyin’i hiç yalnız bırakmaz. Başta Dr. Salim Hızıroğlu olmak üzere, Azize, Bülent Kaygın, oda arkadaşı Efe Efeoğlu, Çağatay ve Buket Taşdemir, Lynn ve Deen Brandenberger, Brian Adam,..

Check Also

Kitap Kapağı