Çocukken, beş ila yedi yaşlarında, bir kar yağdı mı uzun süre kalkmazdı. Bazen kar yüksekliği çocukların değil büyük adamların içinde kaybolacağı yüksekliğe ulaşırdı.
Kömeren’de* kar yağdı mı, bir tarafta uzlaşının simgesi gibi düzgün yumuşak hatlarıyla Maşat, karşısında hırsın veya azmin göstergesi gibi keskin hatları ve ünlü tepeleriyle Üçtepeler ve Aydamı’ndan Büyükdere’ye kadar uzanan ve insana sonsuzluk hissi veren, doğu-güney-batı hattında çok gizemli bir hava oluşurdu. Özellikle sabahları, enerjisini karın beyazıyla buluşturan güneş, uzun bir süre gözünüzü açmanıza izin vermezdi. Güneşin etkisiyle hafifçe ısınma duygusu veren hava doğanın dayanılmaz cazibesine kapılmak için sizi teşvik eder, cesaretlendirirdi. Ama bu arada kabul etmeseniz de soğuk, kalın kıyafetlerinizden içeri doğru hızla geçer ve sizi gerçek dünyaya döndürürdü.
Büyüklerden ilk karla beraber ilk uyarı da gelirdi:
“Çocuklar acele etmeyin, karda fazla durmayın, sakın kar yemeyin, biraz olgunlaşsın, tatlansın, tamam mı?”
Gerçekten bir süre sonra dinlenen kar lezzetli hale gelmeye başlardı. Saklambaç, kartopu oyunu, kar üzerinde bezden yapılmış toplarla futbol oynamak, kızakla kayak yapmak çocukların en gözde oyun araçlarıydı. Anne ve babaların kızmalarına ve bazen dayağa rağmen bu oyunlardan vazgeçilemezdi.
En güzeli de ikindi sonrası, öğle güneşinin çok az da olsa ısıttığı doğa ile karların ısınıp soğumaya başlaması sonucunda oluşan doğal ortam ve kar yapısıydı. Birbirine yapışmaya başlayan kar, özelikle oyunlardan sonra bir şeyler yeme isteğini uyandırırdı. Daha akşam yemeğine çok vardı. Aile, ancak malların görülmesinden sonra yemek için sofraya oturabilirdi, o da nerden baksan bir iki saat demekti.
Yüksek sesle ve heyecanlı bir ses tonuyla “Mustafa” deyince amcaoğlu Mustafa mesajı hemen anlardı. Kardeş gibiydik onunla, aynı sınıfta okuduk. Oyun yarışı, yemek yarışı, çalışkanlık yarışı derken hepsi kardeşlik bağlarını pekiştiriyordu.
Mustafaların güzel bağları vardı ve mutlaka birkaç küp pekmezleri bulunurdu. Özellikle muhtarlık yapan Cemal amcamın geleni gideni hiç eksik olmazdı. Pekmez, yoğurt, bal, yumurta, misafirlere sunulabilecek en gözde gıdalardı.
Haydi, temiz bir yerden güzel bir tabak kar alalım. Karın temizini anladık da güzeli ne oluyor demeyin? Onu tadanlar bilir. Görüntüsü, bulunduğu konum, dinlenme ve güneş alma süresi ve olgunlaşma düzeyine göre güzellik tanımı yapılırdı. Karı almadan önce testler uygulardık. Bir avuç karı ağızda erimeye bırakır, sonra bıraktığı hazzı ölçer; “Hım harika, tamam, tamam bulduk, bu kar çok güzel” derdik.
Bu karı alabilmek için titreye titreye uygun yamaca kadar gider, elimizdeki kabı doldurarak hızla geri dönerdik. Hiç kimse görmeden, büyük bir buzdolabını andıran evliğin yolunu tutardık. Çok sık bu işi yaptığımız için, bazen gizli yapma ihtiyacı hisseder ve ona göre de daha sessiz hareket ederdik. Aksilik bu ya tam da böyle zamanlarda Cemal amcamın eşi Hayriye ablam kapıdan görünür, gülerek tatlı bir tebessümle; “Pekmezi dökmeyin, ha! Emminizin misafirleri gelecek” diye bizi uyarırdı.
Rengi kızarıncaya kadar üzerine pekmez dökülmüş, mis gibi üzüm aroması kokan kar yığınına tahta kaşıkları daldırıp, ağızda kendiliğinden eriyen Maraş dondurması gibi afiyetle yerdik.