12-Yalaktan Su İçmenin Dayanılmaz Cazibesi

Bir gün Hasan dede oğulları Ali ve Veysel’e önemli bir görev yükler: “Oğullarım, evde un kalmadı. Yarın Yeniçubuğa 100 çinik buğday götürün, değirmende öğütün. Bu yeni değirmenin unu iyi olur diyorlar.” (1 çinik* yaklaşık 8 kg alan bir kap, o da 6 urupa karşılık gelir.)

Hasan dedenin büyük oğlu Ali; “Tamam, baba, nerenin buğdayından ayarlayalım” diye sordu.

Hasan dede ise; “Büyükdere’nin buğdayı olsun, daha tok, onun unu daha iyi olur. Hem çavdarı daha az” diye cevap verdi.

Köyde harman kalktı mı önemli telaşlardan biri de yaklaşık bir yıl boyunca kullanılacak olan un ihtiyacını karşılamaktı. Bunun için daha harman öncesinden tarlalardaki buğdaylar gözden geçirilir; varsa çavdar, yulaf gibi buğday dışındaki bitkiler tek tek temizlenirdi.  Hasat sonrası özenle buğdaylar elenir, tozundan arındırılır, bir yıl boyunca yetecek miktar belirlendikten sonra, buğday tekrar elenir, yıkanıp güneşte kurutularak çuvallanır ve un için hazır hale getirilirdi.

Bazen buğday kalitesi iyi olmayanlar arasında değişiklik de yapılırdı. Komşular; “Hasan ağa şu Büyükdere’nin buğdayından bir 50 çinik versen de bizim buğdaya karıştırsak, sizin o tarlanın buğdayının unu çok lezzetli oluyor” derlerdi.

Sonra at arabalarına çuvallar yüklenir ve haydi bismillah değirmenin yolu tutulurdu. Değirmen demek bazen iki gün orada yatarak sıra beklemek demekti. Ama iş bittiğinde dönüş zamanı yüzler güler, taptaze un kokusuyla köye doğru yavaş yavaş ama bir yılı güvenceye almanın gururu sonuna kadar tadılarak girilirdi. Bir un oldu, göreceksiniz tandırda kendiliğinden tutacak, ekmeği bembeyaz ve çok lezzetli olacak. Bazen de kimin unu dahi iyi oldu yarışması düzenlenirdi. Öyle ya, bir yılın en temel gıdası ekmekti. Un yoksa ekmek, ekmek yoksa tokluk yok demekti.

Artık değirmen vakti gelmişti; akşamdan çuvallar hazırlandı, araba koşumları gözden geçirildi. Hasan dede;

“Oğlum tekerlere bak, tahtalarda çuvalları yırtacak bir şey olmasın, azık hazırlamayı unutmayın.”

Tüm hazırlıklar bitmişti. Sabah erkenden (gün ışımadan) atların karnı doyurulmuş ve çuvallar arabaya yüklenmişti.

Hüseyin de yardım etmeye çalışıyordu ailesine, pek iş yapamasa da arabanın çevresinde dolaşıyordu. Hüseyin, ailenin hitap şekliyle “Güccük” gerçekten çok küçüktü. Yardım etme çabasının esas nedeni yardımdan çok, acaba peşlerinde dolaşırsam beni de değirmene götürürler mi düşüncesiydi. Ali Gardaş durumu anlamış, babasının gönlünü yapmaya çalışıyordu.

“Baba Güccük ’de gelecek mi? Gelirse atların yanında durur.”

Hüseyin duyduğu bu konuşma üzerine çok heyecanlanmıştı. Evet, bu iş olacak diye düşünüyordu.

“Hayır” dedi Hasan dede ve ekledi; “O bugün bana yardım edecek, yanımda inekleri yaysın, ben de şu pancara bir bakayım, sıra gelirse pancarı sularım.”

Çok bozulmuştu Hüseyin. Ama baba kararı üzerine bir şey söylenemezdi.

Ali Gardaş gülerek “Öbür değirmene beraber gideceğiz, söz” diye seslenerek Hüseyin’in gönlünü almaya çalıştı.

Ağlasa da bir şeyin değişmeyeceğini hisseden Hüseyin oradan uzaklaşmıştı.

Kömeören ile Yeniçubuk arası arabayla yaklaşık bir buçuk iki saatlik bir yoldu. Yüklü arabada atları fazla zorlamak olmazdı.

Sabırlı bir yolculuğun sonunda sabah erken saatlerde değirmene ulaşıldı. Değirmenci; “Uzaklaşmayın, sizinki az, bundan sonra ilk sizin buğdayları öğütmeye başlayacağım.  Boş çuvallarınızı da hazırlayın” diye uyardı. Sonra un öğütme işi başladı. İki saatlik bir süre içinde her tarafları bembeyaz olmuştu.

Unları arabaya yükleyip, değirmencinin de hakkını verdikten sonra oradan çıktılar.

Veysel;

“Ağabey, ben daha fazla dayanamayacağım,  şurada bir çeşme vardı, bir su içelim.”

“Tamam Gardaşım” dedi Ali Gardaş; “Gapkara olmuşsun, ben atların yanında bekliyorum, sen hemen git, suyunu iç.”

Veysel’in sabrı tükenmişti; çeşmeye doğru hızla koştu. Çeşmeye ulaşıp tam su akan oluk kısmına doğru yöneldiğinde bir de ne görsün oluktan su akmıyordu. Her zaman buz gibi su akan metal boru kupkuruydu. Veysel’in gözü kararmaya başlamıştı. Gözü bir an haftın içindeki suya takıldı. Yalaktaki su haftın dibine kadar inmiş, ama yine de dipte bir karış da olsa su vardı. Belli ki birkaç gündür bu çeşmeden su akmıyor ve değirmene gelen atlar buradaki suyu içerek nerdeyse bitirmeye getirmişlerdi. Veysel daha fazla dayanamadı; birden hafta doğru uzandı, ılık ve kirli suyu içmeye başladı.

Ali Gardaş koşarak çeşmeye geldiğinde gözlerine inanamadı ama yapacak bir şey de yoktu. Veysel Gardaşı kafasını suyun içine gömmüştü bile.

“Gardaşım, şuradan bir evden su isteseydik” diyecek olduysa da Veysel Gardaşının onu dinlemeye niyeti yoktu.

Ali Gardaş, sonradan bu su içme işini anlatırken kardeşine takılır; “Bak, yanına su almayı unutma. Yoksa bulduğun ilk yalakta su bırakmaz içersin” derdi. Yaşanmış bu hikayeyi dinleyenlerin yüzünü tatlı bir gülümseme kaplardı.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler