Anadolu sonbahardan çıkıp kışa hazırlanıyordu. Güneş gökyüzünde süzülerek yükseliyor, ama artık ısıtmaya yetmiyordu. Erkenden kalkan Hasan ağanın “Haydi Veysel, Hüseyin bugün ofise en az iki araba pancar götüreceğiz” diyen sesiyle uyandık.
Ailecek hazırlık yaptık. Annem Emine hatun, babam Hasan ağa, Veysel ağabeyim ve ben at arabasına bindik. Yarım saat sonra tarlaya ulaştık. Hava soğuk mu soğuktu. Babam, soğuğa aldırış etmeden işbölümü yaptırdı: “Ağabeyinle biz sökelim, siz kırflayın” dedi. Pancar kırflamak*, topraktan yaprakları ile birlikte sökülen pancarın temizlenerek özellikle başındaki yeşillik kısmının gövdeden uzaklaştırılması demekti.
Çiftçi çoğunlukla pancarı erken sökmek istemezdi. Çünkü erken sökerse, yani sonbaharın başında, pancar henüz gelişme sürecini yeterince tamamlamadığı için fazla kilo çekmezdi. Bunun anlamı verimin düşük olmasıydı. Geç söküldüğünde bire yedi-sekiz veren pancar erken söküldüğünde ancak beş-altı verirdi. Fabrika boşa çalışmasın diye Devlet erken sökümü teşvik ederdi. Alım sırasında pancarı erken getirene daha düşük fire değeri uygulanırdı, örneğin % 8-10 yerine % 3-5 gibi.
Erken sökülen pancar, kışa doğru sökülene göre daha temiz, daha az çamurlu olurdu. Ayrıca erken sökmek çiftçi için sonbaharın serinliğinde üşümeden rahat çalışmak demekti. Ancak sonuçta çiftçi rahatından çok verimi düşündüğünden pancar söküm işini olabildiğince sona bırakırdı. Bazen de yaz sonu hiç yağmur yağmazsa söküm için toprak çok sert olur ve söküm yapılamazdı. Söküm zamanında denge önemliydi. İki tarafı da keskin bir bıçağın iki ucu arasında karar verilmeye çalışılırdı. Söküm için firenin normal, pancarın da yeterli verime ulaştığı bir zamanda, yani Ağustos başından Ekim sonuna kadar zamanınız vardı.
Buz gibi pancar toprakla birleşerek ellerimizi dondururdu. Ancak çalışmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Kırflanmış, arabaya yüklenmek üzere hazırlanmış pancar öbeğine horum* denirdi. Veysel ağabeyim; “Haydi! bir horum daha yapalım” derdi. Ve ikinci horumdan sonra at arabasına pancar yüklemeye başlardık. Çiğneme, düzeltme, yerleştirme derken araba tıka basa dolardı. Sonra hemen yola çıkardık.
Pancar dairesine ilk arabayı götürdüğümüzde tartısı 563 kg gelmişti. Biraz çamurlu olduğu için fireyi % 8 verdiler. Bu fire yüksek diye sinirlendiysek de yapacak bir şey yoktu. Veysel ağabeyim “Haydi Gardaşım, çabuk boşaltalım, bugün bir sefer daha yapacağız” dedi. Arabayı gösterilen boşaltma alanına yanaştırdık. Atların yem torbasını taktıktan sonra boşaltmaya başladık. Veysel ağabeyim arabanın üstündeydi. Bir saat sürmeden arabayı boşalttı.
Ben de karınca kararınca yardım ettim. Doldurmaya göre boşaltma işi daha kolaydı. Bu arada atlar da dinlenmiş ve karnını doyurmuştu. Boşalan arabayı tekrar kantarda tarttırarak fişe işlettik. Kantar fişi olarak ifade edilen baskılı küçük bir kağıt verdiler. Ancak dikkatli okuduğunuzda rakamları görebilirdiniz. Fiş üzerindeki rakamları okumanın ayrı bir zevki ve heyecanı vardı. Yapılan işin, sarf edilen emeğin büyüklüğü bu fişlerle hissediliyordu.
Veysel ağabeyim fişi cebine yerleştirdi. Sonra bana; “Haydi şuradan giderken üzüm ekmek alalım, yolda yeriz, hem tarlaya da götürürüz” dedi. Bu işin en zevkli kısmıydı. Fırından aldığımız sıcak ekmekle üzümü gidinceye kadar bitirdiğimizde birikmiş tüm yorgunluğumuzu üzerimizden atmıştık.
Atlar pancar dairesinden Kayacıktaki pancar tarlasına doğru tırıs giderken, ağabeyimle sohbeti koyulaştırdım.
Veysel ağabeyim, Ali ağabeyimin kendisine Adana’da iş bulduğunu söyledi. Ama benim küçük oluşum ve babamı yalnız bırakmamak için Ali ağabeyimin yanına gitme işini bir süre ertelemek istediğini de sözlerine ekledi.
Tarladakiler dönüşümüzü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Isınmak için de ateş yakmışlardı. Ağabeyim ve ben çok üşümüştük. Ateşin başına toplandık. 15-20 dakika kadar ısındık. Herkese iyi gelmişti bu ateş. Hele Yeniçubuk’tan getirip yediğimiz üzüm ve ekmek yeniden enerji vermişti. Sonra tekrar başladık pancar yüklemeye. Pancar yüklerken kullanılan en önemli aletin adı dirgendi. Dirgen*; iki metre civarında ahşap sapı olan, bir el gibi pancarı kolayca kavrayan, bir dolduruşta 3-10 kg’a kadar pancar atabilen, dört-beş demir parmaklı sade bir aletti.
Horumun yarısı yüklendiğinde ağabeyimin aniden yere diz çöktüğünü farkettim. “Gardaşım, fıtığım” diye inlemeye ve acı içerisinde kıvranmaya başlamıştı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ağabeyimin eliyle yaptığı işareti yardım iste şeklinde algıladığım için o sırada yoldan geçmekte olan Hayrullah emmiyi gördüm. Bir yandan da elimi sallayarak “Hayrullah emmi, Hayrullah emmi” diye bağırmaya başladım…
Hayrullah emmi sesimi duydu ve arabayı yoldan çıkararak yanımıza geldi. Daha ne oldu diye sormadan Veysel ağabeyimin yerde kıvrandığını gördü. “Veysel, sende fıtık mı vardı?” diye sordu. Hemen fırladım: “Evet,” dedim, “Hayrullah emmi, babama haber vermeliyiz. Ağabeyimin fıtığı çıkmış.” Hayrullah emmi deneyimliydi; “Durun dedi, sakin olun. Hasan ağa gelinceye kadar ağabeyin perişan olur. Hemen köye gitmeliyiz. Efendi emmin halleder bunu.”
“Veysel oğlum, yavaşça arabaya bindireceğiz seni.” Mercan teyzeye dönüp, “Avrat, sen tarlaya git, ben Veysel’i köye bırakıp gelirim. Gelirken Hasan ağaya da haber veririm” dedi.
Veysel ağabeyimi zorla arabaya bindirerek köye doğru yola çıktık.
Efendi emmimin evi hemen bizim evin yanındaydı. Beyaz badanalı, küçük bir evliği, bir odası ile küçük bir girişi bulunan bir evdi. Kapının önüne geldiğimizde, Hayrullah emmi; “Efendi!.. Efendi!.. Çabuk gel!.. Veysel’in fıtığı çıkmış” diye bağırdı.
Efendi emmim, telaşla dışarı çıktı. Yeğeni Veysel’i iyice kararmış bir halde görünce, kafasını salladı ve “Sakin ol emmioğlu, ben ne fıtıklar gördüm.” Sonra karısı Fethiye ablaya bağırdı; “Kız, avrat neredesin, allah canını ala, hiç evde durmazsın ki…”
Fethiye abla çok konuşkan, şakaları ile insanları güldüren, insanlara destek olmak için ne yapacağını şaşıran, herkesin çok sevdiği biriydi. Onun bazen ağır ama gerçekçi sözlerine kimse alınmazdı. Ama bu defa günahını almıştı Efendi emmim onun.
Telaşlı sesleri duyan Fethiye abla, evlikten hışımla çıktı. Veysel abimin halini görünce karşılık vermeyi bırakıp Efendi emmime döndü; “Herif, Zemzem ablamgil bugün tandırı geç yaktılar. ben kapak taşlarını hemen tandıra koyuyorum. Siz Veysel’i odaya alın. Kapaklar ısınınca getiririm” dedi ve gitti.
Korku ve heyecanla izliyordum. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyordum.
Efendi emmim, Hayrullah emminin de yardımı ile Veysel ağabeyimi kucaklayarak odaya götürdüler. Oldukça esmer yapılı olan ağabeyimin rengi acıdan daha da esmerleşmiş, nerdeyse kapkara kesilmişti.
Odanın girişinde, sağda bir demir karyola ve karşısında bir sedir, solda ise yer minderlerinin olduğu sade bir döşemesi vardı.
Efendi emmim; “Yere oturtalım, yerdeki minderin üzerine” dedi. Sonra Veysel ağabeyime dönerek; “Yeğenim, yavaşça ayağını kaldır, serbest bırak. Kafanı yastığa koy, ayağını sedirin üzerine doğru uzat. Biraz daha, aferin yeğenim. Sıkma kendini, azıcık sabret, şimdi Fethiye ablan gelir. Şu minderle şöyle destekleyelim. Şu battaniyeyi de üzerine ört.”
Bir eliyle de fıtığı kontrol ederken şimdi diyordu; “Birazdan ısınınca, o yerine gelir.” Çok sürmedi, Fethiye abla elinde bir kapak taşla göründü. “Şunu koy, birazdan diğerini de getireceğim” dedi.
Efendi emmim bir beze sarılı kapak taşı karnın üzerine yavaşça koydu. Birkaç kez kaldırarak çok yavaş bir şekilde tekrar koydu. Hafifçe bastırarak tuttu. Fethiye ablam, 10-15 dakika içinde diğer taşı da getirdi. Yarım saat kadar ancak olmuştu ki, ağabeyimin renginin düzelmeye başladığını fark ettik. Isınan bağırsak geri yerine doğru akmış ve o dar kanaldan geçerek normal yerini almaya başlamıştı.
Bu arada Hayrullah emmi de beklemişti. “Oh!” dedi, “Veysel yeğenim. Büyük tehlike atlattın. Fıtığın geri yerine geldi, bu Efendi emmin de doktor gibi maşallah, beni de az kurtarmadı. Bu sıcak kapak taşı ve Efendinin eli yok mu?” Hayrullah emmi geçmiş olsun dileğinde bulunduktan sonra gitmek için müsaade isteyip ayağa kalktı. “Güccük yeğenim, sen de gel, emmingile haber verirsin” dedi.
Hayrullah emmiyle kayacığa döndüm. Babam bizi merak etmiş ve tarlaya gelmişti. Orda at arabasını görüp bizi göremeyince daha da korkmuştu. Hemen arabayla köye döndük. Hayrullah emmi rahatlatmıştı babamı. “Merak etmeyin, durumu iyi, maşallah atlattı. Şu çocuğu ameliyat ettirin. Fıtık ağır işe gelmez” dedi.
Arabayı tarlada bırakıp, daha hızlı gitmek için sadece atları alıp köye ulaştık. Babam telaşla Efendi emmimin evine girdi. Ağabeyimin düzelmiş rengini görünce çok rahatladı. “Efendi, sağol yeğenim” dedi. Fethiye ablam lafını esirgemedi; “Para kazanacağız diye çoluğu çocuğu perişan ediyorsunuz. Hasan Emmi, bu çocuğa, Veysel’e bir şey olsa Remziye diğer dünyada yakana yapışırdı.”
Babam gelinlere pek laf söyletmezdi ama bu durum karşısında başını sallarken Efendi emmimin fırçası geldi; “Ağzına sıstığımın karısı, sana mı düştü emmime laf söylemek…” Efendi emmimin kızgınlıkla da olsa “ş” harfini “s” şeklinde ifade ettiği bu sempatik hali hepimizi güldürmüştü.