Kümeören köyü Kayseri Sivas karayolundan yaklaşık beş kilometre içerideydi. Gemerek’ten Kayseri yönünde sola, Kayseri’den Gemerek yönüne gidilirken sağa dönülürdü. Stabilize olan bu yolda birden çok tepeden iniş ve çıkış yapılarak köye ulaşılırdı.
Karayolu ile köy arasındaki yol, köyün girişindeki meydana kadardı. Yol burada üç yöne ayrılıyordu. Birisi Kırıklı yönüne, diğer ikisi köyün içerisine uzanıyordu. Köy meydanının güney batısında cami vardı ve caminin hemen karşısında Isırgı Çeşmesi yer alıyordu.
Köyün içine giden yollardan birisi caminin solunda bulunan aşağı harmanın üzerindeki güzergahı izler, diğeri ise ısırgının güney doğusunda bulunan Güççük ağanın büyük oğlu Mahmut ağanın evinin önünden köyün içerisine doğru ilerlerdi. Kırıklı yolu ise ısırgının solunda Zenci ağa, Dursun ağa ve Hasan ağa ile Efendi emminin evlerinin önünden geçer, Kömeren Köyü ile Kırıklı Köyü arasında sınır kabul edilen Kurudere adlı mevkinin bulunduğu tepeye doğru yönelirdi.
Köyün girişindeki meydanın sağ alt köşesinde bulunan cami taş ve ahşaptan yapılmıştı. Diğer evlere göre oldukça büyük ve yüksekçe bir yapıyı andırıyordu, üzeri toprakla örtülüydü, toprak damın tam ortasında bir kubbesi, ayrıca damın köşesinde, ahşaptan yapılmış, bir insanın sığabileceği büyüklükte ezan okunan bir bölümü vardı. Caminin yanındaki taş merdivenden çıkılarak burada ezan okunurdu. Yine caminin içi klasik dini motif ve çinilerle kaplıydı. Caminin hemen önünde cenazelerin yıkandığı musalla taşı bulunuyordu. Ramazan ve Kurban bayramlarında köyün nüfusu arttığı için namaza gelenler camiye sığmaz, diğer zamanlarda ise daha tenha olurdu.
Cami ibadet yeri olmanın dışında insanların bir araya geldiği en önemli sosyal mekandı. Özellikle çocuklar için caminin başka bir anlamı daha vardı. Onlar, caminin köy meydanına bakan yüzündeki duvarın havlusunda oturur ve gözlerini gökyüzüne çevirirlerdi. Gökyüzü cıvıl cıvıl kuş seslerinin, birbirleriyle oyun oynarcasına ritmik hareketlerin devindiği bir açık hava tiyatrosunu andırırdı. Çocuklar gökyüzüne bakarken kuşların bu hareketlerini huşu içerisinde, meraklı bakışlarla ve saatlerce takip ederlerdi. Bu cami sonra yıkıldı ve yaklaşık 100 metre daha içerideki bir alana yeni cami yapıldı. Ancak, eski caminin yok olmasıyla birlikte aynı yerde kuşların da gökyüzündeki ritmik oyunları sona erdi. Geçmişe ait bu anı bugün sadece o oyunları seyredenlerin hafızalarında yaşıyor.
Köyün girişinden Kırıklı, yeni adıyla Tatlıpınar Köyüne yöneldiğinizde sağda, hemen Cemal ağanın evinin altında “Isırgı” denilen bir çeşme vardı. Neden Isırgı denilir bilinmiyordu. “Suyu gerçekten insanı ısıracak kadar sert miydi” diye düşünülürdü bazen. Oysa öyle de değildi, ısırgının suyu kışın ılık, yazın soğuk akardı. Özellikle Isırgıdan getirilen suyun çayı çok güzel olurdu. Çocukluğumuzda çok sık duyduğumuz söz veya istekler; “Oğlum Isırgıdan bir taze su al da buz gibi içelim. Oğlum bir çay koy, ısırgının suyundan olsun. Sakın diğer çeşmelerin suyundan koyma” şeklindeydi.
Bu çeşme Hüseyinlerin evine yaklaşık 100 metrelik bir mesafedeydi. Çocuklar hafif inişin de etkisiyle koşarak giderdi. Ancak dönüşte hız biraz da yüke bağlı olarak azalırdı. Isırgı yolunun çok fazla olmasa da tatlı bir yokuşu andıran bir eğimi vardı. Özellikle yazları suyun çok tüketildiği dönemlerde kullanım suyu dahil tüm su ihtiyacı bu çeşmelerden kovalarla getirilerek karşılanırdı. Temizlik ve banyo ihtiyacından, dışarı çıkarılamayan buzağı gibi küçük hayvanların ihtiyacı da buna dahildi.
Bakır kovalar çeşmeden doldurulur, iki dolu kova iki elde çeşmeden eve doğru yürümeye başlanırdı. İlk durak 20 metre ilerideki Zenci ağanın evinin önündeki gölgeydi. Eğer biri rastlar da lafa tutarsa şanslıydınız. Hele Gelin bacı, Zenci ağanın hanımı rastlarsa isteseniz de sizi bırakmazdı. “Dinlen biraz Güccük ağa, koluna yazık” derdi. Bakır kaplar gerçekten çok ağırdı ve ortalama 20 litre suyla birleşince taşınamaz hale gelirdi.
İkinci dinlenme yeri Dursun ağanın evinin önündeki kaysı ağacının dibi, yani Zeynep ebenin balkonunun önüydü. “Ebe nasılsın, soğuk su vereyim mi?” denildiğinde yolun üçte ikisi bitmiş olurdu. Sonrasında yol, sola doğru kıvrılır, bahçelerin çitlerini izleyerek kaysı ağaçlarının yapraklarına dokuna dokuna Hasan dedenin evine ulaşılırdı.
Son gayretle durmadan suyla birlikte evliğe ulaşılmaya çalışılırdı. Evlik; köy hayatında özel yeri olan bir mekandı. En başta o evin mutfağıydı. Burada yemek pişirilir, yufka açılır, mantı kesilir, turşu yapılırdı. Yazları aynı zamanda hem yemek yenilen, hem de sohbet edilen yer olarak kullanılırdı. Oldukça serin bir yerdi. Alet edevat gibi eşyalar da evliğe konulurdu.
İçme suyunu bazen evliğe, bazen de yukarı harmana kadar götürmeniz gerekirdi. Kollarınız artık dayanmasa da, o suyu sabırsızlıkla bekleyenleri düşünerek son bir gayrete gelir, “Soğuk su getirdim” sesleri kulakları doldururdu.
Ali Gardaş’ın Sebahat yenge ile evliliklerinin henüz dördüncü yılıydı. Birlikte yaz tatili için köye gelmişlerdi. Köyde, ‘gelin varken başkasına su taşımak düşmez’ şeklinde yerleşmiş bir algı vardı. Damada hiç düşmezdi, yaşlılara zaten duyulmamış bir şeydi, anne ise zaten yetiştiremiyordu. Yani gelinin hiç şansı yoktu. Sebahat yenge çaba harcıyor ama su getirmek gerçekten zor işti. Allahtan yeğen, akraba çoktu da küçük kapları ellerine verince beş dakikada su ihtiyacı karşılanıyordu.
Sebahat yenge; “Köyümüz gerçekten cennet gibi, Kömereni çok seviyorum ama şu, su taşıma işi olmasa” diye ara sıra sızlanıyordu. Ancak, aman suyu dikkatli kullanın diye sık sık uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyordu.
Köyün karekteristik iki çeşmesinden birisi Isırgı, diğeri de Isırgının hemen 20 metre altındaki Aşağı Pınardı. Köyün her tarafında kaynak suyu vardı. Ancak bunları köyün dört beş yerine getirerek dağıtmışlardı. O dönem her eve su götürülmesi henüz düşünülecek bir şey değildi.
Bir kazan kaynar suya, bir kova soğuk su ilave edilirse, ideal banyo yapma, yıkanma suyu elde edilirdi. Çocuklar ise bir leğende bir kova suyla tertemiz yıkanırdı.
Su ısıtmak için iki yöntem vardı: Ya peşke yakmak, ya da, kim ekmek pişirdiyse onun tandırına testi ile su koymaktı. Ekmekten sonra tandırın görevi bitmez ve en az yedi sekiz testi suyu da ısıtırdı. Tandırda su testilerinin en önemli rakibi, pişmek üzere bastırılan yemek tenceresiydi. Kuru fasulye veya başka bir yemek fark etmezdi ancak, yemek tenceresinin tandırda hep önceliği vardı.
Özel kırmızı toprağın günlerce dövülerek şekillendirilmesiyle oluşan tandır, yere gömülürdü. Tandırın olduğu yerin özel bir önemi vardı ve oraya Tandırlık denirdi. Bir oda büyüklüğünde, bir tarafında saçma ve yakacak birikintisi olan veya ona ulaşılan bir geçişi olan, en az dört beş kişinin oturabileceği, ekmek pişirilip yemek yapılan bir mekan olduğu için de hep tertemiz tutulan bir yerdi.
![]() |
![]() |
Tandırlık aynı zamanda, özellikle soğuk havalarda, çocukların bir araya gelerek sohbet ettikleri veya bir iki büyükten hikayeler dinledikleri yerdi. Dışarıda alabildiğine soğuk varken, hala sıcak olan tandırın çevresine minderler atılır, ayaklar tandırın içine sallanır, ısı ayaklardan başlayıp vücudun tamamına yayılınca hoş bir sohbet ortamı oluşurdu. Özellikle yakacağın iyice azaldığı dönemlerde, tandırlığın çevresi de dolar, aheste aheste yanan çıranın loş ışığında uykular gelinceye kadar sohbet edilir, oturulurdu.