Hasan dedenin torunu Bülent henüz 10-11 yaşlarındaydı. Bir gün dedesinden eşeğini istedi. Levent’in sabah malları yaymaya götürdüğünü, kendisinin de kayacığa azık götüreceğini, eşeğin de akşama kadar ineklerle birlikte yayılacağını söyledi.
Hasan dede eşeğine kıyamasa da torununu kıramadı; “Tamam oğlum, bak eşeğin doğumu yakın, hızlı sürüp fazla sıkıştırmayın, yazıktır. Levent’e tembih et! Kimsenin ekinine bostanına zarar vermesin. İneklerin başından ayrılmayın. Gelirken bağa, bizim bostana da uğrayın, bulabilirseniz yetişmişinden iki üç tane kavun getirin.”
“Olur” dedi Bülent. “Emine ebe, senin bağdan bir isteğin var mı” diye sordu?
“Kurban olayım oğlum, iyi ki söyledin. Sana poşet vereyim de biraz domates getir.”
Bülent’in küçüklüğünden beri hayvanlarla arası çok iyiydi. Favorisi kangal köpeği idi ama tüm hayvanlara karşı özel bir merhametle yaklaşırdı.
Heybeyi* eşeğin üzerine yerleştirdi. Azıkları da heybenin gözlerine dengeli bir şekilde yükledi. Köyden yokuş aşağıya doğru iki kilometre kadar gittiler. Yoncalığa gelince yol düzleşmiş ama iyice daralmaya başlamıştı.
Bülent eşeği durdurarak üzerinden indi, ipini eline alarak önde yürümeye başladı. Yoncalıktan Hanın Pınarına vardılar. Bülent Hanın Pınarında elini yüzünü yıkadı, kaplara su doldurdu ve eşeği de bir güzel sulayarak kayacığa doğru yöneldi. Tarlaların arasından, geniş sınırlardan giderek, kestirmeden kayacığa ulaşmaya çalışıyorlardı. Bülent tarlaya ulaştığında babası Hamza ağabey, kardeşleri Halis ve Emre sitemle; “Biraz daha gelmeseydin de kuşluk ve öğle yemeğini birlikte yeseydik. Nerde kaldın oğlum?” dediler.
“Baba, hızlı gelemedim, dedemin eşeğini aldım, o da nerdeyse doğuracak, Hanın Pınarı dışında hiç yolda durmadık.”
Bir süre dinlendiler, Bülent; “Levent’in yanına gidiyorum” diyerek oradan ayrıldı. Levent, Vahanlar bölgesinde, ağaçlık ve yeşilliği bol olan, geniş bir dere havzasının içinde malları yayıyordu. iki dana*, iki düve* ve dört inek olmak üzere toplam sekiz mal* vardı. Bunların ikisi Hasan dedenindi. Eşeği gölgelik ve çayırlık bir alana örklediler*. Mallar, karınlarını doyurup öğle sıcağı yaklaştığında bir gölgelik alanda dinlenmeye çekilir, geviş getirerek yediklerini sindirmeye çalışırlardı.
Artık oyun zamanıydı. Pancar tekeri sürme, iz bırakmaca, kamyonla kum taşıma derken gün batımı yaklaşmıştı. Bir an hayvanları unuttuklarını hatırladılar.
“Levent koş! Sen dereden aşağı doğru bak, ben de yukarı köye doğru bakayım. Çok uzaklaşmış olamazlar.” Bülent köy yönünde koşarak bir kilometre kadar gitti. Görünürde mallar yoktu. Sonuçta çok ilerdelerse nasıl olsa köye giderlerdi. En iyisi geriye bakmaktı.
Geri geldiğinde Levent malları getirmişti. Eşek de oradaydı. Ama eşekte bir gariplik vardı, kocaman karnı zayıflamıştı. Kuyruğunu sağa sola keyifle sallayarak ayakta duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında, eşeğin doğurduğunu, sıpasının altında onu emmeye çalıştığını gördü. Çok sevimli minicik bir sıpaydı*. Biraz emdirelim diyerek emmesine yardım etmeye çalıştılar. Sonra Bülent “Haydi gidelim geç oluyor” dedi.
Levent; “Ağabey sıpayı nasıl götüreceğiz” dedi. Gerçekten yürüme şansı yoktu. Ayakta zor duruyordu. Yeni doğum yapmış bir eşeğe de binilmezdi. Siyah kocaman gözleriyle eşeğin sıpası onlara bakıyordu. Eşek ise son derece rahat ve mutlu bir şekilde yavrusunu sevmekle meşguldü.
Bülent; “Haydi şu eşeğin ipini çöz. Sen önden yürü, malları toparla, ben de sıpayı alayım.”
Birlikte yola çıktılar. Her 200 metrede dinlendiler. Sıpa gittikçe ağırlaşmaya başlamıştı. Allahtan tok olan mallar hiç sorun çıkarmıyor, dere yatağından ayrılmadan yavaş yavaş, geviş getirerek tokluğun tadını çıkara çıkara köye doğru ilerliyorlardı.
Yokuşun altına geldiklerinde gün batmış, karanlık iyice çökmeye başlamıştı. Bülent’in nerdeyse kendi ağırlığındaki sıpayı Vahanlardan buraya kadar getirebilmesi gerçekten büyük işti. Çocuklarını merak eden anne Emişen dayanamayıp, onları karşılamaya çıkmıştı. Yokuşun başında karşılaştıklarında;
–Oğlum nasıl getirdin bu sıpayı? Çok da sevimliymiş ha. Ver bakalım benim kucağıma şu eşşek sıpasını.
Bülent sıpayı annesinin kucağına verdiğinde, yorgunluktan olduğu yere çöktü.
Emişen; “Bu sıpa ta oradan buraya kucakta getirilir mi? Eşşek sıpası” diye sözünü tamamladı.