Anadolu’nun ortasında Kayseri il sınırının bitip Sivas il sınırın başladığı bölge Beştepeler olarak adlandırılır. Beştepe’den aşağı doğru yöneldiğinizde sağda Üç tepeler, arkasında Kümeören, solda Karaağıl (Beştepeler köyü) vardır.
Kümeören Köyü, o yıllarda, toprak damlı evleri bulunan, büyük bir köydür. Yerleşiminin toplu ve evlerinin birbirine bitişik olduğu köyün hemen önünden başlayan toprağın eğimi, aşağıda vadinin ortasından geçen dere ile düzlüğe kavuşur, sonra yukarı doğru kıvrılıp en yukarıda üç başlı tepeye kadar yükselirdi. Vadiden bakınca ufukta sadece üç başı bulunan bir tepe görünürdü. Vadiden akan dere üzerine sulama göleti yapılınca, o vadi gitmiş, yerine köyün hemen bitişiğinde, suyun getirdiği siluetiyle Kümeören Köyü’nün yeni görünümü ortaya çıkmıştı.
Kümeören’den yola çıkınca, doğuda Tatlıpınar (Kırıklı), batı yönünde Karaağıl (Beştepeler köyü) ile başlayan ve kuzey yönünde Gemerek’in önüne kadar uzanan büyüklü küçüklü tepelerle çevrili oldukça geniş düz bir ova görürsünüz. Ovanın kenarında birbirinden ancak nadasa bırakılmış tarlaların toprak görüntüsü ile ayrılan ve yeşilin değişik tonlarıyla süslenen bu geniş arazinin ortasına denk gelen ve daha çok Kümeören arazisi içerisinde kalan bir konumda çok özel bir kaynak suyuna rastlarsınız.
Söğüt ağaçlarının, titrek kavaklarla karşılıklı ahenkli bir sıra içerisinde buluştuğu bu gizemli, şirin yer, çok özel bir tadı olan buz gibi bir suya sahip bu bölge, Hanın pınarı adıyla tanınır. Neden Hanın pınarı koymuşlar adını pek bilinmez, ama bu adın büyüklerin anılarını süslediği, çocukların geleceğinde iz bıraktığı tartışılmaz bir gerçektir. Özellikle güneşin sıcaklığını hissettirmeye başladığı ilkbahardan soğuğun insanları titretmeye başladığı sonbaharın sonlarına kadar bölgenin önemli bir yaşam alanıdır burası. Ovayı bir uçtan diğer uca geçen ana yol üzerinden dik olarak ayrılan bir yan yolla ulaşılır bu güzel alana.
Hafif oval bir yapıda, iki taraflı, kenardaki ağaçlara doğru çok tatlı bir eğim oluşturulmuş, yemyeşil çimle kaplanmış alanın ucuna yaklaştığınızda o yumuşak eğim bir düzlüğe dönüşür ve özel S şeklinde tasarlanmış bir pınara ulaşırsınız. Güneş ve gölgenin birbiriyle uzlaştığı bu alanın iki kenarı derin bir hendekle ve devamında ovaya yönelen tarlalarla çevrilidir. Yerinin arazilerin ortasında olmasının yanında, çevredeki köyleri birbirine bağlayan bir yolun üzerinde olması, bir dinlenme ve buluşma alanı olması da Hanın Pınarının cazibesini artırmaktadır.
Esas özgün adının Hanpınarı olduğu ancak zamanla Hanın pınarı adının halk arasında yerleştiği, özel tasarlanmış bir küçük çocuk havuzu görünümündeki bu pınara elinizi soktuğunuzda en fazla ona kadar içinizden sayarak suyun içinde tutabilirdiniz. Hatta çocuklar için özel bir yarış oyunuydu bu. Kim daha fazla suda elini tutabilecek?, Kim daha fazla kolunu suyun içine sokabilecek?. İçine düşsek donup kalacağımızı düşünürdük. Sık sık tembih edilirdi büyüklerce, “Pınara düşersiniz ha! dikkat edin” denirdi. Çok da derin değildi aslında, suyun dibi görünürdü, belki de 120-130 cm derinliğinde. Suyun akmaya başladığı kısım daha az derin, 60-70 cm kadar derinlik düşer, soğuması istenen karpuz buraya bırakılır ve büyüklerce buradan alınırdı.
Hasan ağanın en kıymetli tarlalarından biri de bu pınarın güney-batı yönünü çevreleyen tarlasıydı. Tarla adını bölgeden almıştı. Bu tarlada, Hanınpınarı tarlasında çalışmak çok özel bir haz verirdi insana.
Ali Gardaşın en küçük kardeşi Hüseyin üniversitede okumaktadır. Yaz tatili dönemi onun için babasına yardım edebilmek için köye döndüğü ve çok yoğun çalıştığı özel bir dönemdir. Böyle bir yaz döneminin henüz başları, ekin biçme vakti başladı başlayacak.
Hanınpınarı tarlasına arpa ekilmiş o sene ve tarlanın görüntüsü yeşilden tamamen sarıya hatta yer yer kızıla çalmaya başlamış. Bunun anlamı ekinlerin biçilme vaktinin geldiğidir. Ekini erken biçerseniz, henüz taneler yeterli olgunluğa ulaşmadığı için verim düşer, geç biçerseniz, biçme ve taşıma sürecinde kayıplar artar, o nedenle zamanında biçmek önemlidir.
Altmış beş yaşını bulan Hasan dede almış tırpanı eline, haydi bakalım bismillah. Etme babacığım der Hüseyin, “Sabret. Bak Ali ağabeyim de gelecekmiş. Biz birlikte biçeriz ekinleri, sen bu yıl dinlen”. Çok sever Hasan dede çocuklarını, ama büyük oğlu Ali’nin sevgisi bir başkadır. Ali Gardaşın hasretine dayanamadığı için keşke göndermeseydim Adana’ya, burada olsaydı diye içlenirdi. Vefat ederken, “Unutmayın, ağabeyinizin sözünden çıkmayacaksınız” demişti çocukları Veysel ve Hüseyin’e.
Ali Gardaş Adana’ya çalışmaya gittikten sonra, 7-8 yılda en fazla iki üç kez ekin biçmeye* gelebilmiştir. Zor iştir bu tırpan* biçmek*, hele ham olursa insan, bir süredir bu işi yapmıyorsa daha da zordur.
O gün çok az çalışmıştı Hüseyin ve Hasan ağa. Başını kaldıran Hüseyin köyden yeğenleri Bülent ve Levent’in koşarak geldiğini gördü. Koşup geldikleri yer üç kilometre civarındaydı. Çocuklar bağırıyordu; “Ali dayım geldi, Ali dayım geldi.” Büyük bir sevinç kapladı Hasan ağanın ve Hüseyin’in içini. Ali Gardaş çok özlenirdi ve ancak yılda bir görüşebilirdi aile. Hemen işi bırakıp yola koyuldular. Köye ulaştıklarında, Ali Gardaş Emişen (Eşen) bacıyla sohbete başlamıştı bile. O sevecen yüzüyle onlara bakarak “Dayanamayıp başladınız değil mi ekine” diye sordu sitem dolu bir bakışla. Hem babasına hem de kardeşi Hüseyin’e kıyamazdı Ali Gardaş. Gözyaşlarıyla süslenen bu kucaklaşma, Baba Hasan ağaya her şeyi unutturmuştu. Tarif edilemez düzeyde mutluydu Hasan ağa.
Ali Gardaş gelince evde bayram olurdu. Daha yarım saat geçmeden köyden “Hoş geldine” gelmeyen kalmazdı nerdeyse. Emişen bacı ağabeyine çok özel çörekler hazırlamıştı yine.
Anne Emine hatun (Eminatın); “Emişen kızım ben tavuk keseyim” dedi. Emişen: “Abla onu yarın yapalım, ağabeyim çöreği özlemiştir, hem o kadar bekleyemezler, herkes acıkmış” diyerek o günün yemek kararını belirledi.
Sac üzerinde yavaş yavaş pişen o çörekle çayın tadı, gelenlerin sohbeti ayrı bir hava kattı ortama. Sarı (Osman) ağabey, “Ya dayı, yine dayanamayıp Ali’yi çağırdın değil mi? Bu ham adam nasıl tırpan biçecek” diyerek Hasan dayısına takıldı. Hasan ağa ise oğlu, Ali Gardaşın yardımından çok, on gün de olsa o yanında olacak ya, dünyalar onun olurdu.
Sabahın ilk ışıklarıyla ulaşıldı Hanınpınarına. Hasan Dede, Ali Gardaş ve Hüseyin yarım saatlik bir yaya yolculuğundan sonra tarladaydılar. Adettendi, gün ışırken aç karnına tarlada olmak ve çalışırken azık beklemek; hele gecikti mi o azık, bak sen o zaman, Hasan dede Emine hatunun burnundan getirirdi. “Remziye olacaktı ki, şimdiye on kez gelmişti azığımız, sen beceriksizsin” dediğinde” Emine hatun alınsa da yapacağı bir şey yoktu.
Sadece “Herif tandır yanmadı, inek kaçtı, gibi hiç değilse kendini rahatlatacak bir gerekçe bulurdu. Bu arada Ali Gardaş devreye girer, “Kolay mı babacığım, tek başına, ne yapsın ablam, anca yetişebiliyor, biz de zaten daha yeni acıktık” derdi. Hüseyin ise içten içe gülerdi, nerdeyse açlıktan baygınlık geçirecek hallerine karşı, ağabeyinin bu sözlerine.
Hüseyin: “Abi dün biz biraz başladık ama arpa biçme tavına daha yeni geliyor. Bugün hafiften başlayalım, az çalışalım, hem sen hamlamazsın, hem de yarına kadar daha iyi tavlanır ekin” der. Elbette esas amaç Ağabeyinin hamlamasını önlemeye çalışmaktır.
Tamam, tamam der, Ali Gardaş bir şey olmaz, bir başlayalım gerisi Allah büyük.
Öğle vakti yaklaşıp ta sıcak dayanılmaz olmaya başladığında mideleri açlıktan zil çalar nerdeyse. Öğle yemeğine, Hanınpınarı’nın başına gidilir. Buz gibi suyla yıkayınca elini yüzünü insanın nerdeyse yorgunluğunun yarısı gider. Yoğurt dolu bakır tasın içine ekmek doğranır, soğuk su eklenir ve biraz da şeker atılır. Haydi bismillah, buz gibi maşallah diyerek büyük bir iştahla yenir. Hele karpuz gelmişse ve pınarın gözüne konmuşsa, tüm yorgunlukları giderdi. Bazen omaç*, bazen bakır kapta pişmiş mercimekli pilav, enerjinin asıl sahipleriydi. Ali Gardaş hanın pınarının o serin çimeninde oturmayı çok severdi.
Öğle üzeri bakar Hüseyin ağabeyi bırakacak gibi değil, “Ağabey” der, “Kaysılarımız olmaya başlamış, haydi bağa gidelim.” Gerçekten bam telidir o bağ ağabeyinin. Çünkü dile kolay,3.000 adet üzüm çubuğu, 120 kaysı ağacı, 10 şeftali ve beş elma ağacını kuru bir arazide yetiştirmeyi başardıkları yerdir orası. Dereden kova kova su çekerek yeşertmişler Anadolu’nun bu kırsalını.
Ali Gardaş, Hüseyin’in asıl amacını anladıysa da, “Haydi özledim” der ve yürüyerek yaklaşık 800 metre uzaktaki bağa ulaşırlar. “Bu kaysıya bakalım, o güzel olmuş, bunun dibini açmak lazım, bak Ağabey bu yetmeye başlamış” derken en az iki saat geçer aradan.
Bağdan dönüşte, haydi der Hasan dede, “Bugünlük yeter, hasta olursunuz, ilk gün için fazla bile çalıştınız.” Ali Gardaş “Peki” der, “Haydi o zaman geze geze köye gidelim.” Tatlı bir gülümsemeyle köyün yolunu tutarlar. İkindi vakti geçmek üzeredir. Küçük yeğenler uzaktan onları gördüklerinde yine başlarlar bağırmaya; “Dayımgil geliyor, dayımgil geliyor…”
İlk yoğun iş günü, yemek erken hazırlanır. Eminatın söz verdiği tavuğu kesmiş, tüylerini yolmuş, tandırda hafif bir ateşten geçirerek pişirmeye hazır hale getirmiştir. Emişen’e kızım der; “Tavuk hazır, bizimkiler bugün erken gelir, haydi yemekleri hazırlamaya başlayalım.” Eşen bacı; “Tamam abla, sen tavuğu koy tencereye kaynamaya başlasın, ben gelir pilavı, salatayı yaparım.” der. Köy tavuğu pişmeye başladı mı kokusu nerdeyse 500 metreden alınırdı.
Ali Gardaş; “Ooo pilav da yapmışsınız, yanında domates salatası, bir de şu kerpiç kalıbı gibi tutmuş yoğurt, yorgunluk mu kalır insanda” der, Aile toplanır yemek sofrasında, Hasan dede, “Oğlum, çayı sen demle” der ve sıkıca tembih ederdi; “Trabzon’dan getirdiğin tomurcuktan koymayı unutma, biraz fazla koy gelenler olur”. Başlar bir muhabbet. “Veysel de gelse ne iyi olurdu” der Hasan ağa, Ali Gardaş ise, “Elin işi baba, her istediğin zaman izin verirler mi,” derdi. Ali Gardaş takılırdı babasına, “Veysel benden iyi biçerdi ekini değil mi?” Hasan ağa öyle olduğunu bilse de “Yok oğlum o senden daha çok arazide çalıştı, tırpan biçti,” diyerek durumu düzeltmeye çalışırdı.
Çalışırken vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı. Zira saatten çok konulan hedefe bakılırdı. Dinlenmeden bu kesimi bitirelim. Akşama inşallah şurası da biter. Yarın diğer kesime geçeriz. Düşünmesi kolaydı ama tırpanla her kesişte en fazla iki ila beş cm ilerlenebilirdi; yaklaşık 60 cm genişlikte bir alanı santim santim tarayarak gitmek gerçekten çok özel bir sabır işiydi.
Bazen, yorgunluktan tırpanlar kesmez olur ve hemen uyarı gelirdi, oğlum yolduruyorsun, kesmiyorsa tırpanını çekiçleyelim, hemen masatla, yorulduysan dinlen. Tırpan çekiçlemek* oval başlıklı örs denilen bir çelik üzerinde tırpanın ucunun, yani kesici kısmının çekiçle dövülerek inceltilmesi ve keskinleştirilmesiydi.
Bir tırpan çekiçlemek ortalama yarım saat sürerdi. Özellikle sabah kuşluk vakti dinlenmesinde ve öğle yemeğinden sonra en az yarım saat. Masatlamak* ise tırpanın kesici ağzının temizlenerek daha keskin hale gelmesini sağlayan zımpara yeteneğine sahip özel bir taşla tırpan ağzının dört beş kez keskinleştirilmesiydi. Bu iş her 5-10 dakikada bir mutlaka yapılırdı.
Özellikle toprağın biraz daha gevşek yapıda olduğu tarlalarda tırpan biçmek çok özel bir marifet isterdi. Bu tarlalardan biri de Melloğun Hozan ve Tatlıcağın Beli adıyla bilinen tarlalar idi. Oraya gelince yorgunluktan mı, tırpanın körlenmesinden mi, yoksa toprak yapısından mı, bilinmez, tırpan kesmez olurdu. Ekinler kökünden yolunurdu.
Özellikle bu bölgenin yüksekliği nedeniyle biraz daha geç yetişmesi ve biçim için sona kalınması, yorgunluğun hat safhaya gelmesi de herhâlde önemli bir faktördü. İçme suyuna uzak olan bu bölgede, su ve dinlenme alanı için gölge de pek yoktu. Ancak varsa sap yığınının gölgesinde dinlenebilirdiniz. Su için tepeden yakın görünen bir buçuk iki kilometre uzaklıktaki Tatlıcak Köyüne gidilir ve oradan köpeklerin korkusu içerisinde su kuyularından bir çıngıl* su alınarak gelinirdi.
Biçilecek ekinler azalmaya başlarken zaman da hızlı geçmiş ve Ali Gardaşın sayılı günleri bitmeye başlamıştı. Ekinler azalmaya başlıyor, Ali Gardaş da geride çok az iş bırakmak istiyordu. Ha gayret, ağabey hasta olursun, bir şey olmaz gardasım, derken öğle olmuş, yemek vakti gelmişti. Hanın pınarının yakınındaydık, oraya gidelim dedi Ali Gardaş.
Geldik hanın pınarının başına. Omaç hazırlamıştı Eminatın hanım, evin gizli bir köşesinde bizim için sakladığı karpuzu da getirmişti. Henüz buralarda karpuz yetişmediği için daha da kıymetliydi. İlçede ancak Salı günleri pazar kurulur ve gidilebilirse bu tür ihtiyaçlar oradan alınırdı.

“Omaç* da güzel olmuş abla, eline sağlık özlemiştim,” dedi Ali Gardaş. Omaç ekmeğin yumurta ve yağla kızartılmış haliydi. Çok az da şeker atıldı mı üzerine, tadı bir başka olurdu. Sonrasında tırpanları çekiçleyip, öyle dinlenelim dedik ve dinlenme faslına geçildiğinde Hüseyin baktı ki Ali Gardaş uyumaya başlıyor; “Ağabeyciğim çayır çeker, hasta olursun uyuma” dedi. Ali Gardaş titrek kavak ağaçlarının ninnisi altında uyku moduna çoktan girmişti bile. Gözleri kapalı hafif bir sesle yanıt verdi, “Biraz dinleneyim, sonra kalkarım”. Hüseyin kıyamadı Ali Gardaşına ve hafifçe üzerine bir ceket örttü. Birkaç gün sonra Ali Gardaşın izni bitti. İşe, Adana’ya dönmesi gerekiyordu Ali Gardaşın.