35- Havla Karabaş Havla

Kar durmadan yağmaya devam ediyor. Nerdeyse bir küçük çocuk boyuna ulaşmış karın kalınlığı. Ama her şey normal gibi, okullar açık, insanlar yakacağı tutumlu kullanmak dışında, yoğun kar yağışını çok da önemsemiyorlar. Büyüklerin konuşmasına kulak kabartıyoruz; böyle giderse kar çok tutacak, bu kış, belki de adam boyuna ulaşır” deniliyor.

Hafta sonu gelmişti. Hüseyin ve arkadaşları ödevlerini ilk akşamdan yapmaya çalışıyordu. Çünkü ertesi gün tatildi ve birlikte kartopu oynamaya, kayak yapmaya gideceklerdi. Kayak için köy civarında iki ideal tepe vardı. Bunlardan biri Maşat, diğeri Üçtepeler idi. İkisi de köyün hemen bitişiğindeydi. Maşat köyün kuzeyinde, Üçtepeler ise batısında kalıyordu. Kayak yapılacak yerin farklı konumu; karın şiddetine, rüzgarın yönüne ve genel hava koşullarına göre hangisinin kayak için daha uygun olduğuna karar verilmesini gerektiriyordu. Bu durumda, genelde büyük çocuklar karar veriyor, küçükler de onları takip ediyordu.

Kısa ve keskin bir parkura sahip olan maşat köye daha yakın bir konumdaydı. Çocuklar büyüklerden aldıkları mesaja göre bu iki bölgeden birine yönelirler. Özenle hazırlanmış iki tahta üzerinde bir, bazen iki kişilik oturma yeri, bir direksiyon veya tutma çubuğu ve bulunabilirse alt tabanlara çakılmış iki çemberi bulunan kızak sahibi olmak çocuklar arasında müthiş bir üstünlüktü.  Hüseyin de bu ayrıcalığın keyfini sürerken arkadaşlarına; “Benim ağabeyim bana öyle bir kızak (kayak) yaptı ki, görürsünüz, hiç biriniz yetişemeyeceksiniz bana” diyordu.

Hüseyin böyle bir havayla Veysel ağabeyinin yaptığı kızağı aldı yanına. Bulabildiği gömlek, kazak ne varsa giydi. Annesinin ördüğü eldivenleri de eline geçirdi. Kayak için her şey tamam demekti. Annesinden kayak yapmak için izin aldı. Eminatın; “Tamam oğlum iyi giyindin mi? Fazla uzağa gitme, bak baban duyarsa kızar” diye uyarılarda bulundu. Pek içi rahat etmese de hayır demek zordu çocukların bu önemli eğlencesine.

Maşada doğru yöneldiler; amcaoğlu Güccük, Nusret, Efendi amcanın Erbay ve okuldan üç dört arkadaş daha vardı. Hüseyinlerin evi köyün maşat tarafındaki son evlerden biriydi. Evin arkasından maşada ulaşmak oldukça kolaydı. Önce hafif bir iniş, 500 metreye kadar yavaş yavaş yükseliş, sonra hızla artan bir eğimle tepeye tırmanış başlamıştı.  Birbirini takip eden ve daha önce büyüklerin, köyün delikanlılarının gittikleri izlere basa basa ilerliyorlardı. Ara sıra esen rüzgar karları uçuşturuyor, yüzleri, gözleri karla dolduruyor, fakat bu durum çok da rahatsız edici gelmiyordu. Tırmandıkça zorlanan vücutları daha çok ısınıyor ve terleme eğilimi başlıyordu. Bir ara Nusret’ten uyarı geldi; “Yavaş gitmezsek, terleyip, tepede hasta oluruz. Şurada biraz oyalanalım.”

Bu dinlenme önerisi en çok Hüseyin’i sevindirmişti. Zira grup içerisinde yaşça en küçük olmakla kalmıyor, en kısa boylu ve en az kiloya sahip olma özelliğini kimseye kaptırmıyordu. Ellerindeki kızaklardan en iyisi, adaşı, Hakkı emminin oğlu Güccüğün elindeki kızaktı. Nerdeyse iki kişi binebilecek kadar büyük, alttaki çemberleri kayganlık göstergesi olarak parıl parıl parlıyordu.

Ahmet amcanın Nusret’in kızağı da çemberliydi ama o kadar iyi görünmüyordu. Erbay’ın ve Hüseyin’in elindekilerde ise çember yoktu. Kalın oval kesitli kavak ağaçları, kaymayı sağlayacak ana gövdeyi oluşturuyordu. Ön tarafına hafif yukarı doğru eğim verilmiş, kızak formatında iyi bir görünüm oluşmuştu. Kızağın üzeri ancak bir çocuk kıçı sığabilecek büyüklükteydi. Dağdaki bu kızakla Hüseyin’in ilk kayak denemesiydi. Arkadaşları; “Veysel ağabey güzel kızak yapmış, bugün sen kimseye yol vermezsin” diye takıldılar.

Zirvenin kayak yapmaya uygun batıya bakan yamacına ulaşıldığında, ikindi vakti yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Bunu güneşin karşı tepeye doğru alçalmasından anlıyorlardı. Özellikle güneşin karla buluşmasıyla ortaya çıkan göz alıcı parlaklık yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamıştı. Bulundukları kısım Hüseyinlerin Cemal amcayla ortak olan tarlalarının en uç noktasıydı.

Burası ovaya bakan hakim bir noktaydı ve tam batı yönünde üç tepenin yanından Sivas Kayseri ana yolunu ve Karaal (Beştepeler) Köyünü, kuzey batıya doğru baktığınızda ise biraz zor da olsa, derin ve düz bir arazi sonrasında Gemerek İlçesini seçerdiniz. Gemereğin biraz ilerisinde Yeniçubuk kasabası vardı. Maşattan aşağıya doğru kendinizi saldınız mı, sanki hızla ovaya ve 10 km uzaklıktaki Gemereğe doğru akıp gittiğinizi düşünürdünüz.

Maşat oldukça sert bir inişe sahipti. Özellikle tarla bitimlerindeki sınırlar, karın bu bölgede özel bir set yapmasına neden oluyor ve hafif bir düzlük hissinden sonra kendinizi uçurumdan aşağı düşüyormuş gibi hissetmenizi sağlıyordu. Gençler buna “Hotlambaç” tan atlamak derlerdi. Zaten o hızla önlerine neyin gelip gelmediğini kavrama ve bunu değiştirme şansları da yoktu.

Pisti bir süre süzdükten sonra bu cazibeye daha fazla dayanamayarak büyüklerin oluşturduğu izleri takip ederek kendilerini sırasıyla ovaya doğru bıraktılar. Hüseyin dördüncü sırada hareket etmişti. İki eli kumanda görevi yapan direksiyonun sağ ve sol tarafını sıkıca kavramıştı. Hafifçe geriye doğru yaslanmaya başladı. Kızak iyi gidiyordu. Bir ara kendini uçuyor gibi hissetmeye başlamıştı. Birden önünde hafif bir düzlük ve yükseliş belirdi, sonra boşluktaydı. Hotlambaçdan atlarken, gözünü hafif açıp kapayarak, bir zevk çığlığı attı. Bir ara ayaklarını direyerek hızını azaltmayı veya durmayı düşündü, ama bu pek uygulanabilir görünmüyordu.

“Ne olacak, en çok yokuşun dibine kadar inerim” diye düşünüyordu. Derken bir hotlambaç, bir hotlambaç daha, bayağı, bayağı ovaya doğru süzülüyordu. Hüseyinden önce çıkan amca çocukları ve arkadaşlarından da kimse yoktu. Yoksa onları da geçmiş miydi. Arkadaşları, bugün sen kimseye yol vermezsin dememişler miydi?  Genelde kısa ve belirli mesafelerde, en önemlisi gözden kaybolmayacak uzaklıklarda kayar, geri döner, tekrar kayarlardı. Bu defa farkında olmadan güzergah değiştirmiş ve tepeden aşağıya olabildiğince inmişti. Zevk ve ürperti karışımı bir duyguyla ayaklarını kara dokundurmaya çalışırken birden bu defa öncekilerden çok daha yüksek bir hotlambaçtan atlamıştı.

Karla buluştuğunda ileri doğru değil aşağı doğru indiğini hissediyordu. Yumuşacık bir kar onu içine doğru çekiyordu. Bayağı bayağı karın içine gömülerek durmuştu. Anladığı kadarıyla yolun başladığı, dolayısıyla karın yumuşadığı bir çukur alandı burası. Karın içerisine, eliyle sağı solu yoklayarak önce kızağını yakaladı. Sadece birkaç metre uzaklaşmıştı kızaktan. Sonra geldiği yöne doğru baktı, başlayan hafif tipinin de etkisiyle yukarısı görünmüyordu. Ama Hüseyin yön olarak geldiği yönü ve gitmesi gereken köy yönünü kestirebiliyordu. Güneş batmaya yaklaşmakla beraber hala ortalık aydınlıktı. Seslendi. Güccük, Nusret, Erbay!.. Siz de geldiniz mi, buralarda mısınız? Ama ses yoktu. Korkmadığını, korkmaması gerektiğini düşünerek bulunduğu yerden yavaş yavaş çıkmaya çalıştı.

Tam yokuşun altı, iğdelerin dibi denilen bir bölgede idi. Buradan tekrar maşada çıkması pek mümkün değildi ama yokuşun altındaki ana yoldan köye ulaşabilirdi. Birkaç kez daha seslendikten sonra daha fazla beklerse soğuktan donacağını veya çok korkacağını da düşünerek hızlanmaya çalıştı.  Yokuşun başına yaklaştığında karanlık iyice çökmeye başlamıştı. Hüseyin’in eli ayağı nerdeyse buza kesmişti, bir yandan ağlıyor, bir yandan daha hızlı gitmeye çalışıyordu. Otururken sıcak sobanın başında anlatılan, kurt veya ayı hikayeleri, köpeklerin onlarla mücadelesi aklına geldikçe adımları hızlanıyordu. Ama yol karla kaplı ve kullanılmadığı için koşmak veya hızlı yürümek de pek mümkün olmuyordu.

Yorgunluk, telaş, korku, soğuk derken bir ara annesinin sesini duyduğunu sandı. Herhalde hayal görüyorum diye endişe ederken peşinden bir ses daha; “Güccük Gardaşım, nerdesin?” Sese doğru yönelmeye çalışıyordu ama kardan ilerlemek pek mümkün olmuyordu. Bu şekilde onu görmeleri pek mümkün değildi.

Son bir gayretle çıkmayan sesi birden gürleşti. “Ana, ağabey buradayım, çıkamıyorum kardan, yoldayım” dedi. Bir anlık sessizlik onu korkutmuştu. Duymadılar mı yoksa diye korkuyla bir daha bağırmaya başlarken o güzelim sesi duyulmuştu. “Geliyoruz Gardaşım, birazdan oraya ulaşırız, korkma.” Peş peşe gelen iki siluetten Hüseyin, ağabeyinin ve annesinin yaklaştığını anlaşmıştı. “Ağabey, burdayım” diyebildi. Annesi ve ağabeyi Hüseyin’i sarmalayarak köye kadar taşıdılar. Köye ulaşıp sıcak odaya girdiklerinde ancak iki üç saat sonra Hüseyin kendine gelebilmişti.

Dönmediğini görünce amca çocukları merak edip Hüseyin’i aramışlar, bulamayınca koşarak köye gidip haber vermişlerdi.

Yanan saman aleviyle ısınan vücudunda korku yerini sevinç ve mutluluk almıştı. Babası Hasan dede hem kızıyor, hem de akıl veriyordu. Oğlum bu havada bu kadar gidilir mi? Allah göstermesin bulamasak bu gece donardın soğuktan. İş tatlıya bağlanmıştı. Veysel ağabeyine sarılıp gözlerini kaparken ıslık sesi gibi soğuğun acımasızlığını hatırlatan havanın sesi, buz tutan pencereler ve karabaşın havlaması ile uykuya dalıyordu. Uyurken karabaşın sesi kulaklarından geçip zihnine yerleşerek güven ve mutluluk algısını yerleştiriyordu. “Havla karabaş havla”nın anlamı; ben evdeyim, güvendeyim, sıcak yatağımdayım, ağabeyimle, annemle ve babamlayım demekti. Rüyada değildim, gerçekten kurtulmuştum. Bu yüzden “Havla karabaş havla”yı çok seviyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Check Also

Ali Gardaş/Resimler