36-Daha Anamdan Doğmadan

Kümeören köyüne ait Vahanlar adı verilen arazi, Kayseri il sınırının bittiği, Sivas il sınırının başladığı bölgedeki ovanın ortasında yer alan, geniş ve verimli bir alana sahipti.

Beştepeler bölgesinden aşağıya doğru ilerleyen otobüs ve kamyonların ışıkları ilk olarak Vahanların üzerine düşerdi. Araçlar ovanın bir kenarından süzülerek uzaklaşırlarken, sanki ovanın ortasında çalışanları kaderleriyle baş başa bırakırlardı.

Bir ikindi vakti Vahanlar denilen bölgede, Hasan ağanın yetiştirdiği kaysılarla çevrili tarlada iki kardeş pancar suluyordu. Pancar ekili olunca ailenin geliri iyi olacak demekti. Bir sonraki yıl için bu 5,5 dönümlük arazinin geliri yeni bir umut oluşturmaktaydı.

Köyün içindeki sulama göletinden çıkan su dolaşa dolaşa üç km aşağıdaki Vahanlara kadar gelmekte ve susuzluktan siyahlaşan pancarların imdadına yetişmekteydi. Suyun geçtiği yerlerde hemen kendini gösteren renk değişimi, siyahtan yeşile dönmeye başlayan pancar pürleri, insanı müthiş mutlu eder ve sulama işini daha da özenle yapmak için çalışmaya teşvik ederdi.

 “Aman ha Gardaşım, su boşa gitmesin, bak pancarlar nasıl suyu gördükçe renk değiştiriyor” diye Veysel ağabeyin sık sık uyarısı arasında Hüseyin de koşarak yıkılan arklar varsa onarmaya ve suyun doğrudan pancar köklerine yönelmesine çalışıyordu.

Suyu, sulanmamış bir yere gever değiştirmek suretiyle yönlendirerek suyun akışını ayarlıyorlardı.

Veysel ağabey: “Gardaşım acıktık, hadi biraz yoğurdumuz vardı, o süzme yoğurdu ekmeklerin üzerine sür de, burası sulanıncaya kadar yiyelim” dedi.

Hüseyin hemen yoğurdu astıkları kaysıya doğru koştu.  Süzme yoğurt torbasını ve ekmek çıkınını alarak geldi. Kalan bir pobuç ekmeği eşit olmayan iki parçaya böldü. Üçte ikisini ağabeyine verdi, üçte birini de kendine ayırdı. Torbayı ters çevirerek kas katı olmuş yoğurdu ekmeğin üzerine döküverdi. Sonra küçük ekmek parçasıyla iyice ekmeğin tüm yüzeyine sürdü.  Bu sırada Veysel ağabey de son kontrolleri yaparak gelmişti.

“Güzel sulanıyor, hazırladın mı? Oo aferin, ver bakalım” dedi.

Bir çırpıda ekmeği ısırmaya başladı. Hüseyin de onu takip etti. Bir süre sonra Veysel ağabey sırtını kaysıya dayayıp, tokluğun verdiği hazla bir türkü söylemeye başladı. Türkünün sözleri hüzünlüydü. Ama o çok neşeli söylüyordu.

Daha anamdan doğmadan..

Yedi yaşıma gelmeden..

Evlenip murat almadan..

Yedin beni koca Dünya..

Dünya, dünya, yalan dünya..

Veysel ağabey çok sık söylerdi bu türküyü. Ama bu defa gerçekten ağzı kulaklarında söylüyordu.

Haydi Gardaşım çabuk ol! Su boşa gider yoksa” diye uyarıyor, sonra tekrar giriyordu pancarına ortasına.

Suyu erken kesmezlerse bugün bitiririz diyordu.

Şu kaysıların diplerini de iyice açalım. Onlar da sularını alsınlar. Gidince Ali Gardaş; “Kaysıları da iyice suladınız mı” diye sorar. Onun çok emeği var burada, belki yaza gelirlerse, bol bol kaysılardan yesinler.

Veysel ağabey hüzünlenmişti. Başladı anlatmaya;

“Ben o zamanlar çok küçüktüm. Bana, ancak onların yakınında oynamak düşerdi.

Ama unutmuyorum; Ali Gardaş Babama, O da oğluna kıyamazdı, birbirlerini sık sık uyarırlardı. Sen yoruldun biraz dinlen. Yok oğlum ben iyiyim, sen hamladın, haydi biraz otur. Kardeşini dolaştır.

Ben, çoğunlukla derenin kenarında su doldurdukları gölet gibi yerin yanındaki ağaçların gölgesinde oynardım. Orası çok serin olurdu. Burası da çok sıcak. Bazen emmioğlu Erdoğan gelirdi, onunla beraber, dere boyu aşağı yukarı koşturur, oynardık.”

Hüseyin araya girip; “Ağabey, Ali ağabeyim Adana’ya gitmese daha mı iyi olurdu” diye sordu.

Veysel ağabey; “Yok Gardaşım, Ali Gardaşı Adana’ya göndermekle babam doğru düşünmüş. Bak şimdi iyi bir işi var, fabrikada onu çok seviyorlar. Hem buradaki gelirle geçinmesi de zordu. Bu arada, sen de seneye hazırlan, bana Gardaşım ortaokulu bitirsin, onu burada iyi bir liseye yazdıracağım, Gardaşımı bırakmam orada diyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Check Also

Ali Gardaş/Resimler