38-Refika Bacı İle Yaratılan Medeniyet

Ailenin en büyüğü Refika ablaydı. Çok akıllı, becerikli ve özel yetenekleri olan birisiydi. Özellikle çocukken annesinin ölümünde yaşadığı acının etkisiyle mi, yoksa bir rahatsızlık sonucu mu tam bilinmez çocukluğundan beri net görememe sorunu vardı. Doktor yoktu, olsa bile muayeneye verecek para ile onu doktora götürecek adam yoktu. Bu yüzden, tedavi de olamamıştı.

Hasan dede beş çocuğun geçimini sağlamak için koştururken, Refika abla evin küçük yaşta ablası olma, annesi olma sorunluluğunu üstlenmişti. Daha kardeşi Ali küçük, hele diğerleri Emişen, Sultan ile Veysel ise çok küçüklerdi. Tüm bu çocuklara yarım yamalak bir gözle de olsa analık etmek Refika ablaya düşmüştü. Öyle becerikli, öyle akıllı birisiydi ki; kardeşi Hüseyin üniversiteyi bitirdiğinde bile birçok konuda O’ndan akıl almaya devam etti.

“Yok, kardeşim öyle olmaz, bak şuna dikkat et” dediğinde, bu söyledikleri çoğunlukla çıkardı. Genç kız olmuş, 30 yaşına gelmiş ve hala evlenmemişti. Kendini kardeşlerine adama düşüncesi, kısmetlerinin geri çevrilmesine sebep olmuştu. Herkes evlenip kendi düzenine kavuşunca, Hasan dede onun son kısmetine evet demişti. “Kızım bu kadar yeter, senin de yuva kurman gerekir. Doğrusu bu, bu nedenle ben münasip görüyorum. Bak o evin bir çocuğu, aklı başında bir hanıma ihtiyaçları var, sen onlara çeki düzen verirsin. Mutlu olursunuz inşallah.”

Refika ablanın kendisi de dahil, kimse bu evliliğe sıcak bakmamıştı. Ancak Hasan dede, duygusallıktan kurtularak gerçekçi bir karar vermişti.

Refika abla görme özürlü olduğu için evleneceği kişinin mutlaka bir özrü olmalıydı? Bu çok yerleşmiş bir algıydı. Sonuçta, Dursun enişte, yaşça Refika abladan daha küçük, ayağının birindeki sorunu nedeniyle aksak yürüyen ve sara (epileptik sorunu) hastalığı olan biriydi. Çok kısa sürede sadece Refika’ya değil, aileye bütünüyle bağlanmıştı. Öyle ki onlara aileden birisi ziyarete gittiğinde nerdeyse Refika abladan daha çok sevinirdi.

Hüseyin ilkokul beşe giderken Refika abla da Gemereğe gelin gitti. Başta tüm aile bu duruma çok üzülmüştü. Çünkü, ablalarının hiç evlenmeyeceği, evde hep onlarla olacağı kanısı yerleşmişti.

Refika abla Hasan dedenin ifade ettiği gibi kısa bir sürede gittiği yerin, yeni ailenin de akıl danesi (hocası) olmuştu. Kayın babası Mulla emmi, kayın validesi Zeliha teyze, küçük kızları Dilek, tüm aile onun etrafında pervane olmaya başlamıştı.

Mulla emminin bir at arabası vardı. Aldığı pazen, basma, kabut gibi çeşitli kumaşları, arabayla dolaşarak ev ev, köy köy satardı.  Kendisine Pırtıcı Mulla derlerdi. Yani metre işi kumaş satar, alacağını kara kaplı bir deftere veresiye olarak yazardı. Alışverişin yarıdan fazlası arpa buğday karşılığı veresiye idi. Ama çok sevilir, çok iş yapardı. Eğitim görmediği, yardımcısı da olmadığı halde ticarete yatkın, becerikli birisiydi.

Refika abla aileyi kısa sürede öyle yönlendirmeye başlamıştı ki, Mulla emminin işleri kat kat artmıştı. Çok sürmeden kıt kanaat geçinen ev olmaktan çıkıp o mahallenin sayılı evleri arasına girmeyi başarmışlardı.

Mulla emmi bir gün, “Kızım, Dursun’la gün boyu dolaşmak doğru olmuyor, yolda geçinemiyoruz da, ne yapsak, bana bir akıl ver” dediğinde; Refika abla hemen pratik bir çözüm bulmuştu. “Baba, şu dairenin karakola bakan yerini dükkâna dönüştürelim. Bu mahallede hiç bakkal yok, üstelik karşımızdaki karakolda görevli askerlerin de günlük bir sürü ihtiyaçları olur. Dursun’un ayağı sakat, inat birisi, söz de dinlemiyor, seni üzüyor. Onu dükkana bırakırız. O bu işi sever. Dilek, ben, annem de ona yardım ederiz.”

Mulla emmi şaşkın şaşkın bakar; “Olur mu kızım” der, Refika abla da; “Olur, olur” diye cesaret verir.

Mulla emmi sabaha kadar uyuyamaz. Namaz kılar, dua eder, ama bir türlü gözünü uyku tutmaz. Sabah kahvaltıda; “Gelinim, kızım, çok akıllısın. Allah sonradan seni bize bağışladı, yüzümüzü güldürdü. Çok doğru söylüyorsun. Bu hafta sonu şu odayı boşaltalım. Ben ustalara haber vereyim, orayı dükkana dönüştürelim” diye kararını bildirir.

Gerçekten bu dükkan işi onların iş hayatını olumlu yönde etkiledi. Düzenli gelirleri olmaya başladı, Zira veresiye ile işleri sürdürmek çok zordu.

Bir inekleri vardı. Refika abla; “Anne, iki inek daha alsak bakabilir misin?” diye sordu. Anne Zeliha (Herkes ona Zılha derdi) bacı kabul edince iki inek daha aldılar. Zılha bacı ineklere bakmayı çok seviyordu. Ahırları vardı, evlerinin durumu uygundu. Böylece sağılan üç inekleri oldu. Onların sütünü yoğurdunu da dükkanda satmaya başladılar. Evleri misafirle dolup taşmaya başlamıştı. Eve bereket yağıyordu.

Bu arada Hüseyin ortaokula başlayacaktı. Ona kalacağı ev aramaya başlamışlardı. Mulla emmi duyar duymaz sakın Hüseyin’e ev bakmasınlar diye haber göndermişti. Sonra da dayanamayıp o hafta sonu at arabasıyla köye gitmişti. Köyde öğle yemeğinde; “Hasan ağa ayıp ediyorsun, biz bir aileyiz. Biz burada dururken bu çocuğu yalnız bir evde bırakmaya Allahtan korkmuyor musun? Sen şimdi bize yük olacağını düşünüyorsun. Ama biliyorsun öyle değil. Esas bizim ona ihtiyacımız var. Evde ekmek alacak çocuğumuz mu var, Dursun sakat. Bize de yumuşumuzu tutacak, can katacak birisi lazım. Haydi, eşyalarını alıp götüreceğiz” demişti. Hasan dede, çok hassas olmasına rağmen karşı çıkamamıştı. Elbette bu işe en çok sevinenlerin başında Refika abla vardı.  Ali Gardaşı, Veysel Gardaşı yoksa da yanında Güccük Gardaşı olacaktı.

Mulla emmi komşularına şöyle anlatırdı: “Allah Hasan ağaya öyle çocuklar vermiş ki, maşallah hepsi birbirinden saygılı, akıllı. Hani, ‘buyurmadan tutan evlat’ derler ya, işte öyle” derdi. Yani bir işi, bir yumuşu, isteği söylemeden yapmak, Mulla emmiyi mest ederdi ve Hüseyin’in bu yönünü hep örnek gösterirdi.

Hüseyin de gelince daha geniş bir aile olmuşlardı. Mulla emmi sık sık Zeliha bacıya; “Avrat (hanım) bir kuran okutalım, maşallah evimize bereket geldi. İnsan içine çıkar olduk. Gelirimizden kıyafetimize kadar her şey değişti. Biz bu insanların hakkını nasıl ödeyeceğiz” derdi. Gerek Refika abla olsun gerekse Hüseyin olsun Mulla emminin evinde kendi evlerindekinden daha çok sorumluluk almışlardı. Defterleri, hesapları, işleri belirsizlikten kurtulmuştu.

Hüseyin, dersi olmadığında, özellikle hafta sonları Mulla emmiyle dolaşmaya çıkar, at arabasıyla pırtı satar, arpa buğday almada O’na yardım ederdi.  Bu sayede Gemereğin bütün köylerini tanıma fırsatı bulmuştu.

Hasan Biyabey deresi, Ekicce, Eskiçubuk bunlardan bazılarıydı. Hele gittikleri köylerde Mulla emmi Hüseyin’i öyle bir tanıtırdı ki, herkes sahiplenirdi. “Bakın bu Güccük var ya ortaokulda okuyor, maşallah dersleri zehir gibi. Benim gelinin kardeşi. Siz daha iyi bilirsiniz ya; Kömerenden Güççük ağanın torunu, Hasan ağanın oğlu. Bazen de köylü sorardı; “Remziye’nin mi?” Mulla emmi; “Yok. Bu Gemerekli hanımı Emine hatundan, kırkından sonra ona da Allah bir çocuk verdi” der, köylüler de “Maşallah, maşallah oğlum, köye gittiğinde babana selamımızı söyle, onların az ekmeğini yemedik” diye hoşnutluklarını ifade ederlerdi.

Refika abla kendine bir dikiş makinası aldırmıştı. Kendi kıyafetleri yetmez, tüm ev halkının pijamalarını, elbiselerini dikerdi. Bir süre sonra komşulardan gelen ricalar da eksilmez olmuştu. Hüseyin ablasına kıyamaz ve dikişlerin bir kısmını kendi dikerdi. Ablasına da dönüp; “Ya bacı yeter, milletin isteği bitmez, gözüne yazık” derdi. Refika abla, yeterince net göremeyen gözleriyle öyle bir tasarım yapar ve dikiş dikerdi ki, değme terziye taş çıkartırdı.

Sonunda Mulla emmi radikal bir önlem aldı; dikiş makinasını kaldırdı da Refika abla ve Hüseyin bu dikiş işinden kurtuldu. Mulla emmi, “Ben gelinimi yazıdan mı buldum, kızım gözün kalacak, hiç kusura bakma, millet unutuncaya kadar ben bu makinayı kaldırıyorum” demişti ve bunda da haklıydı.

Üç yıl çabuk geçti. Mulla emmi, bölgenin durumu en iyi, sevilen sayılan, evinden ekmeği eksik olmayan ailelerinden biri haline geldi. Mulla’nın gelini Gemerek’te ün salmıştı. Hüseyin ortaokulu Gemerek’te bitirdi. Derslerin çoğu boşa geçmişti. Gerçekten ortaokulun eğitim düzeyi tartışılır bir durumdaydı.  Bunu bilen Ali Gardaşı bacısına; “Bacım kusura bakma, Gardaşımı burada okutursak ilerisi gelmez. Ben onu Adana’ya götürmek istiyorum, babamla konuşacağım” demişti.

Kimse gitmesini istemese de, çok üzgün olsa da, onun geleceği açısından bu karara saygı duyuyorlardı. Refika bacı üzgün üzgün; “Sen bilirsin Gardaşım, benim için çok zor olacak, ama haklısın, önemli olan onun geleceği” demişti.

Mulla emminin evi, Cemal amcanın evinden sonra koşarak gelinen ilkokulda, lisede, üniversitede ailenin yeni uğrak yeri olmuştu. Üniversite dönüşünde Refika abla Hüseyin’e sıkı sıkı tembih ederdi: “Bak Gardaşım, önce buraya gel, gece yolda inersin, sonra perişan olursun.”

Genelde otobüsler, en erken saat 24.00 gibi veya gece bir iki civarında Gemerek’ten geçerlerdi. Hüseyin, Çinpolat tesislerinde iner, oradan bir kilometrelik yolu yürüyerek ablasının evine giderdi.

Refika abla hazırlık yapmış, Hüseyin’i bekliyordu. Sadece o beklese iyi, Dursun enişte, Dilek, onlar uyanık, Mulla emmi ve Zeliha bacı ise, yorgunluktan salonda beklerken uyuya kalmışlardı. Ama uzun sürmez, sevinç seslerini duyar duymaz, uykulu gözlerini aralayarak kalkarlardı. “Vayy canına köle olduğum, geldin mi oğlum, maşallah, maşallah” diyerek Hüseyin’e sarılırlardı.

Mulla emmi ve Zılha bacı, birkaç saatlik sohbetten sonra sabah namazına kalkmak üzere birkaç saatliğine yatarlardı. Bu arada Hasan dede, Emine hatun, Emişen bacı Hüseyin’in yolunu beklerler; “ O, kesin Gemerek’te inmiştir. Bacısını görmeden köye gelmez” derlerdi.

Üniversitede okurken Hüseyin’in en çok özlemini duyduğu şeylerden birisi de Refika ablasıyla yaptığı uzun soluklu sohbetlerdi. Refika ablanın güçlü bir hafızası vardı; geçmişi, yaşadıklarını, duyduklarını yeni yaşıyormuş gibi detaylarına kadar hatırlardı. Annelerinin ölümü ile yaşadıklarını anlatırken beraberce ağlamaya başlarlardı.

Hüseyin üniversitede çalışmaya başladığında Refika ablası bir yandan çok sevinmiş bir yandan da senede bir görüşebileceği için üzülmüştü. Hüseyin’in en sık aradığı telefon numarası ablasınınkiydi. Hüseyin telefon ettiğinde Refika ablanın küçük görümcesi Dilek hemen telefonu açar, sevinçle bağırırdı: “Yenge, Güccük abim arıyor.” Sonra da; “Abi ne zaman geleceksin, bak yengeme veriyorum. Çabuk gel ha!” diye söylemeyi ihmal etmezdi.

Hüseyin, bir gün Refika ablasını ziyarete gitmişti. Mulla emmi eski günleri o kadar özlemişti ki; sarıldı öptü, Hüseyin’in artık sertleşmeye başlayan sakallarını okşadı, “Oğlum, ne kadar özledik sizleri” dedi. Hüseyin, ne kadar içten özlendiğine bir kez daha şahit olmuştu. Hüseyin de onları çok seviyordu. Tam üç yılı onların yanında geçmişti.

Refika abla iki kez gözden ameliyat olmuş ve bu mücadelenin sonunda çocukluktan beri zayıf olan görme düzeyi epeyce gelişmişti. Hüseyin bu koşturmacalarda hep ablasına destek olmaya çalışmıştı. Sonradan ortaya çıkan bir kalp rahatsızlığı ablasını çok zorluyordu. Kalp denince Ankara Hacettepe akla geliyordu. Ama gitmek, gelmek ve oradan randevu almak pek kolay değildi. Ailede herkes yaşlıydı. Büyük bir şehirde hastaya refakat etmek, hastanede tahlil ve kayıt gibi işleri yapmak oldukça zordu. Bu yüzden Mulla emmi; “Kızım ben anlamam ki, anlasam canım kurban, hem size de yük olurum. En iyisi siz Hüseyin ile gidin” derdi.

Hüseyin Trabzon’dan ayrılmış, araştırma görevlisi olarak İstanbul’da çalışmaya başlamıştı. Bir gün hocasından izin aldı ve Gemerek’e geldi. Oradan ablasıyla beraber, trenle Ankara’ya gittiler. Ankara otogarı Hacettepe’ye yakındı. Elbette sağlam birisi için bu kavram doğru olabilirdi. Ama bir kalp hastası için uzak bir mesafeydi. Sabırla yürüyerek hastaneye ulaştılar. Taksiye verecek fazladan paraları yoktu. Belki üç dört gün Ankara’da kalacaklardı. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte hastaneye ulaşmışlardı. Kalp için gelen vatandaşlar orada asılı bir kâğıda isminin yazıyorlardı. Hüseyin de ablasının ismini yazdı. Kâğıda yazılmak demek o gün muayene şansı bulmak demekti.

Uzun işlemlerden sonra ameliyat gerektiği söylenmişti. Refika ablanın kalp kapağı değişecekti. Kalp kapağı siparişi verildi. Bu arada Hüseyin’in bir tanıdığı vasıtasıyla üç ay sonrasına gün alındı

Refika ablanın ameliyatı çok zor ama başarılı geçmişti. Hüseyin hafta sonu gidiyor, iki gün hastanede kalıyor ve tekrar İstanbul’a dönüyordu. Son kontrolden sonra Refika ablayı taburcu ettiler. Memlekete döndüler. Her şey iyi gidiyordu. Aradan 15 gün geçmemişti ki Refika abla; “Gardaşım, ben biraz rahatsızım” demişti. Sesi iyi gelmiyordu. Dilek; “Abi hiçbir şey yemiyor yengem” diye şikâyet etmişti. Hüseyin ; “Bak bacım, şunları mutlaka yapacaksın, azar azar yiyeceksin” diye tembih etmiş, “Remziye doğum yapsın ben de geleceğim” diye eklemişti. Hüseyinlerin ilk çocuğu dünyaya gelmek üzereydi. Refika abla; “Söz mü kardeşim, bana hemen fotoğrafını göndereceksin. Görmeden ölürsem gözüm açık gider” dediğinde Hüseyin de; “O ne demek bacım, tabi göndereceğim, sen şimdi kötü şeyler düşünme ve kendine iyi bak” dedi.

Refika abla Anıl’ın resmini görmüş, sonra bir gece sessizce dünyaya veda etmişti. Gizli gelişen bir kalp enfeksiyonu yaşamını sonlandırmıştı. “Güccük Gardaşım, hakkını helal et” demişti. “Bak sana tembih ediyorum, eşine çocuklarına iyi bak, göreyim seni, benim ömrüm fazla değil.” Hüseyin; “Dur bacım, o nasıl söz, onca güçlüğe katlandın, artık Allah’ın izniyle bu iş geride kalacak” dediyse de olmadı; Refika bacı, kalple mücadelesine yenik düştü.

Onun kaybı aile için felaketti, herkes şakın olmuştu. Sadece çok sevdikleri ablaları değil, akıl hocaları gitmişti.

Genç yaşta kaybedilen Hasan Kızılşar ve eşi Müzeyyen hoca, 20 yıl görev yaptıkları Gemerek için şöyle demişlerdi: Refika abla olmasa ne işimiz vardı Gemerek’te. Kayınvalidesi Mulla emmi ise “Onunla beraber evimizin bereketi de uçtu gitti. Meğerse gelinim Refika’yı oğlumdan çok seviyormuşum.”

Hüseyin, Ali ağabeyiyle baş başa kaldıklarında saatlerce Refika ablalarını konuşurlardı. Nasıl bir ablaydı rahmetlik, o ablaların ablası hiç eğitim almadan bu kadar akıllı, bilgili olmayı nasıl başarmıştı. Vefatı öncesi bile akıl veriyordu; “Bak Gardaşım; işini gücü aksatmayacaksın, eşine, çoluğuna çocuğuna sahip çıkacaksın, onları iyi yetiştireceksin.”

Hüseyin; “Bazen düşünüyorum da, çok duygusal bir insan olmamda sanırım rahmetli ablamın büyük emeği var” derdi. Refika abladan geçmişe dair anıları dinlerken, onların bu öksüzlüğünü idrak etmekle kalmayıp, onu paylaşarak büyümüştü. Refika abla, öksüzlüğünü paylaşan bu küçük kardeşe, her detayı gönül rahatlığıyla anlatırdı. Öyle ki, Hüseyin Amerika’da ağabeyini kaybettiğinde, yirmi yıl öncesinde Refika ablasını kaybettiğinde olduğu gibi, “Ağabeyciğim bizi öksüz bırakma” diye ağlıyordu. Bu duygu yumağı, güçlü aile yapısının bir tezahürüydü.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler