İç Anadolu’nun tam ortasında yer alan çok güzel köylerden biri de Kümeören köyüdür. Tarihi bir yerleşim çevresinde yer alan bu köyde okullar tatil olduğunda çocukları bekleyen en önemli görevlerin başında “at yaymak” gelirdi. Bu açıdan çocukların işgücü potansiyeli tüm köylü için yaşamsal bir öneme sahipti.
Atlarla tarlalar sürülür, yük taşınır, harman kaldırılır, özetle ailenin yaşamsal geleceği hayvan gücünün üzerine kurulurdu. Evlerde atlara verilecek, saman, arpa gibi yiyecekler özellikle baharla birlikte hızla azalmaya başlardı. Atları bakımlı tutmanın tek yolu yaymaktı. At yaymak, atların karnını doyurabileceği ortak otlaklara götürmek, sabahtan akşama kadar orada karnını doyurmak ve sonra eve getirmekti. Otlaklar zaman zaman bir iki kilometre kadar yakında olabildiği gibi bazen de yedi sekiz km uzakta olabilirdi. At yayma işinde özellikle büyükler işin içinde ise daha uzak, pek bilinmeyen ya da en azından çocuklar tarafından bilinmeyen otlaklar tercih edilirdi.
Veysel ağabeyim; “Haydi Hüseyin” dedi, “Bugün at yaymaya beraber gideceğiz.” O sıralar Ali Gardaş Adana’da, Veysel ağabeyim köydeydi. Ağabeyimin teklifi beni çok heyecanlandırmıştı. Ağabeyimle birlikte gitmek, güçlü olmak; demekti. Zira atı kaybetmek, kaybolmak, atı kontrol edemeyerek başkasının ekinine zarar verme risklerinin ortadan kalkması demekti. Bu yüzden çok sevinmiştim.
Veysel ağabeyimle birlikte atın terkisine binip yola çıktık. Ben sekiz dokuz, Veysel ağabeyim ise 17-18 yaşlarında idi. Yolda diğer gruplar da bize katıldı. Şen şakrak bir yolculuk başladı.
Gençlerden biri Veysel ağabeyime; “Bugün Muratbeyli’nin arkasına gidelim, orda çok güzel bir otlak varmış, atlar da bayram etsin” dedi.
Veysel ağabeyim de başını salladı, “Siz Gardaşıma göz kulak olursanız, tamam” dedi ve ekledi; “Ben şimdi ayrılacağım, babama yardım etmem lazım. Sonra dönerim.”
Grup merakla yeni otlak alanına doğru yöneldi. Gerçekten çok güzel bir alandı. Bir uçtan diğer ucu görünmüyordu. Üstelik gölgelenmek için ağaçların yanı sıra çocukların oynayabileceği güzel alanlar da vardı. Gözün alabildiği genişlikte yeşillik bir alan tertemiz çayır kokusu ile kaplıydı.
Gözün alabildiği genişlikte yeşillikle bezenmiş bu alanın çevresi hafif sararmaya başlamış, hatta kızıllığa bürünmüş ekinlerle süslüydü.
Kazıklar çakıldı, atlar örklendi. Örklemek atların bir zincirle bağlanarak, belirlenen alan içerisinde kalmasını sağlamaktı. Böylece hem atın alıp başını gitmesi önlenir, hem de atların yeri değiştirilerek otlaklara-çimenlere zarar vermesi önlenirdi.
Atları örkledikten sonra Veysel ağabeyim sıkı sıkı tembih etti:
“Bak Gardaşım buraya örklüyorum, sonra, kazığı çıkarır şu yan tarafa çakarsın. Taşı da buraya koydum, örkü (zikkeyi) çakarken eline dikkat et, yapamazsan abilerin sana yardımcı olur, onlardan yardım iste.”
“Tamam ağabeyim, anladım” dedim.
Veysel ağabeyimle kuşluk yemeğini yedik. Yemekte; pobuç ekmek, yeşilbiber ve domates vardı. Doğal yetişmiş besinlerle yaptığımız bu kahvaltının tadı hala damağımdadır.
Veysel ağabeyim kuşluk vaktinden sonra atları bir daha kontrol etti, yerlerini bir daha değiştirdi. Sonra tekrar arkadaşlarına tembih ederek oradan ayrıldı.
Her şey güzeldi. Yaşıtım çocuklarla çelik çomak oynadık. Çelik, çomak 100-120 cm uzunluğundaki düzgün bir ahşap çubuk (değnek) ve 8-15 cm uzunluğunda kısa bir çubukla oynanırdı. Bulunabilirse özel şimşir veya benzeri yoğun ağaç türlerinden seçilirdi. Düzgün köprü gibi açıklıkla iki taşın üzerine çelik konur, değnekle tek harekette 20-30 cm havaya kaldırılarak uzağa doğru gidecek şekilde değnekle kuvvetli bir vuruş yapılırdı. Basit ancak göründüğü kadar kolay olmayan bir oyundu. Denge, isabet ve kuvvetin doğru kullanımı gerekirdi.
İkindi vakti geçmeye başlamıştı. Güneş tatlı tatlı süzülerek akşama doğru yöneliyordu. Sıcaklık azalmaya ve daha ılık tatlı bir hava oluşmaya başlamıştı. Bu vakitlerde tekrar son örk değişiklikleri yapılırdı. Atlar da hareketlenmeye başladı. Karnımızı doyuralım da artık eve dönelim der gibi başlarını sallayıp, kuyruklarını oynatarak, oldukları yerde dönmeye başladılar.
“Haydi” dedi büyükler, “Yavaş yavaş hazırlanalım, yolumuz uzun, köyden çok uzaktayız, atları da yormadan yavaş yavaş gidelim.”
Grup hazırlandı, bana da yardım ettiler. Atın birine binmem, diğerinin de ipini elime alarak yola koyulmam gerekiyordu. Bu durumda genelde en uysal olan at seçilirdi.
Ağabeylere “Beni Ala ata bindirin” dedim. Ala at diğerine göre daha yetik, daha uzun ve yüksek ama daha uysal, söz dinler bir attı.
Tek başına ata binmem mümkün değildi. Bir hendeğe atları yanaştırarak, ha gayret abilerin desteğiyle ata bindim.
Eşyalar, örk, zincir ve azık çantasını heybeye koyduk ve yaklaşık 10-15 kişi yola çıktık. Yavaş yavaş köy yönüne doğru ilerlemeye başladık. Hava kararmaya başladı. Nasıl olduğunu anlayamadım, öndekilerle aram açılmaya başladı.
Seslendim: “Ağabey, ağabey beni bekleyin” ama duyan yoktu.
Bir yandan karanlığın ürpertisi, bir yandan ya attan düşersem, nasıl yalnız tekrar ata binerimin endişesi içerisindeydim.
Zira bazen atlar huysuzluk yapar, akşamın tadını çıkarmak istercesine üzerinden inilmesini isterdi. Özellikle buz gibi akan bir kaynak suyuna gelindiğinde, bu suyun tadını çıkarmak istercesine at kana kana suyunu içerdi. Gönlü geçip suya kandığında tekrar sizin binmenize izin verirdi.
Yine öyle oldu ve bir kaynak suyunda duruldu. Kaynak suyun kenarındaki hendeğe yaklaşarak zor da olsa attan indim. Daha doğrusu at beni üzerinden indirdi. İpler sıkı sıkı elimde, atlar sularını kana kana içti.
Çabuk olun, öndekiler uzaklaşıyor dercesine atların gözüne baktım, ama onlar hiç oralı değildi; geviş getirip, hıçkırıp pıskırarak, ağızlarını yıkayarak, tok karnına içilen buz gibi kaynak suyunun tadını çıkarıyorlardı.
Olan oldu, öndekilerle aramdaki mesafe açıldı ve bulunduğum yerden zor seçilecek kadar uzaklaştılar.
Nihayet, birkaç kuyruk hareketi, birkaç zevk hapşuruğundan sonra atların gönlü oldu. Güç de olsa suyun kenarındaki hendekten yararlanarak ata binmeyi başardım. Dünyanın en mutlu insanıydım artık. Çünkü atın üzerinde kendimi güvende hissediyordum.
Yola düştüm ama artık öndekiler görünmez olmuştu. Biraz gidince yol ikiye ayrıldı. Hangi yol Kümeören’e gider, bilmiyordum. Her iki yol da birbirine benzemekteydi. Atların sağduyusuna güvenmekten başka çarem yoktu. Korkmaya ve ağlamaya başladım.
Gidiyordum ama köye yaklaşıldığını gösteren bir belirti göremedim. Sıkıca yapıştım ata, atın yelesine, sakın beni bırakma dercesine. Küçücük Güccük, korkudan atın üzerinde daha da küçülmüş, nerdeyse kaybolmuştu. Ya düşersem, tek başıma köyü nasıl bulurum endişesi hep içimdeydi.
Yazın belirli dönemlerinde, akşam oldu mu hava çok hızlı kararırdı. Hızla zifiri bir karanlık ortalığı kaplardı. Özellikle dolunay çıkmadan önceki günlerde karanlık alabildiğine derin olurdu. Göz gözü görmez denilirdi bunu anlatmak için.
İşte böyle günlerden biriydi; at üzerindeki endişe ve korku dolu, ıslak gözlerle devam eden yolculuk ne kadar sürdü, gözüm çoğunlukla kapalı mıydı, açık mıydı, sanki bitmeyen bir yolculuktu da ne kadar zaman geçti hatırlayamamıştım.
Birden Veysel ağabeyimin merak dolu sesiyle irkildim:
-Nerede kaldın Gardaşım.
O kızgın sesin tadı, güzelliği hala belleğimdedir.
İçimden kendi kendime “Kız abi, bağır, döv beni, ama eve geldim, artık güvendeyim” diye düşündüm.
Ala at doğru yolu kendisi bulmuş ve beni eve getirmişti. İki at, bir çocuk mutlu yuvamıza ulaşmıştık.