50-Nişan Yüzüğü

Ali ağabeyim, Veysel ağabeyim ve benim, yani üçümüzün arasında nişan yüzüğünün çok gizemli bir anlamı vardı. Elbette nişan yüzüğü bir ömür boyu birliktelik kararının en disiplinli başlangıç aracıydı. Bu basit takı, belki taşıdığı maddi değerin binlerce katı, çoğunlukla da ölçülemeyecek düzeyde bir değere sahipti. Anadolu insanı için yüzük takma, yüzük taşıma, yüzük atma yaşamsal öneme haizdi. Tüm bunlara ilaveten bizim üçlü için yüzük; bazen bir sitem, bir küslük, bazen bir tepki, bir isyan, bazen bir aracılık hizmet ölçüsü, bazen ise önemli kararlar alınması gereken bir gösterge aracıydı.

Yüzüğün sırrı en son Ali Gardaşa yansıtılırdı. O çözüm mercimizdi; pek çok şeyi izleyip önleyici müdahaleyi yaparken, hiç farkında değilmiş gibi davranırdı.

En rahatımız Veysel ağabeyimdi. Dirayetli ve kararlıydı; asıyor kesiyor, seviyor sövüyor, istiyor istemiyor. Eğer esmer, keskin hatlar taşıyan yüz derisi, sağ yanağının tam ortasında bulunan bölgesel alanda izini kaybettirecek kadar gerilmişse, durum gerçekten kritik demekti. Böyle hallerde, bana gereğini yapmak, Ali Gardaşa ise kartopu gibi büyümeye başlayan sorunu çözmek düşerdi.

Çoğu zaman kararsızdım, sakal ile bıyık arasındaydım; söylesem bir türlü söylemesem bir türlü, gitsem bir türlü gitmesem bir türlü, versem bir türlü vermesem bir türlü, alsam bir türlü almasam bir türlü. Özetle benim durumum vahimden de öteydi.

Ali Gardaş sordu;

–Hüseyin, neredeydin Gardaşım?  Okul nasıl gitti. Bugün Misis’e gitmişsin, hayırdır?

“Hiç ağabey, şey, şey” diye kekeleyerek cevap verdim.

–Söyle oğlum, biliyorum gittiğini. Ne oldu?

Sonunda ıkıla sıkıla durumu anlatmak zorunda kalınca, Ali Gardaşın yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı ve birden ciddi bir tavırla; “Ne bunlardan çektiğimiz, şunları bir an önce evlendirelim de kurtaralım” dedi.

Bazen de acil müdahale etmesi gerekirdi.

“Haydi Gardaşım Misis’e gidiyoruz.”

İş tatlıya bağlandı. Biz de tekrar Misis’den Adana’ya döndük.

Veysel ağabeyim ve Dursel yengem bir birini çok severek evlenmişlerdi. Ancak nişanlılık dönemleri, belki de aşırı sevgi ve güvenin etkisi ile bir o kadar kavgalı geçmişti. Ancak eskilerin deyimiyle bir ceviz kabuğunu doldurmayacak nedenlerle yüzükler Misis ve Adana arasında karşılıklı olarak gidip gelirdi.

Yüzük götürüp getirme işinde lojistik destek sorumlusu bendim ve zamanla bu işin uzmanı olmuştum.

Sıkıysa bu sorumluluğu üstlenmeyeyim. Veysel ağabeyimin öyle bir yüz ifadesi olurdu ki, 40 sopadan daha ağır gelirdi.

Anadolu’da bırakın bir ağabey, abla, anne veya babanın isteğini, bir büyüğün isteği mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emir gibi değerlendirilirdi.

Bana garip gelen, Veysel ağabeyim ile Dursel yengemin yüzük transferinden sonra bir araya geldiklerinde hiçbir şey olmamış gibi birbirlerinin gözünün içine sevgiyle bakmalarıydı. Onları gördükçe hem mutlu olur, hem de belli etmeden başımı sallar; “Oh be yine atlattık” derdim.

Cuma günü ikindi yaklaşmak üzereydi.

Veysel ağabeyim sert bir ses tonuyla beni çağırdı.

“Güccük (Hüseyin), gel kardeşim şu kahvede biraz oturalım” dedi.

“Eyvah! Yine kuryelik var galiba” diye düşündüm.

Zira Veysel ağabeyim başka bir nedenle bana ses tonunu yükseltmezdi.

Asmalı kahvede iki oralet söyledik kendimize. Tam bir yudum almıştık ki, Veysel ağabeyim söylenmeye başladı:

“Bunlar adam olmaz, benim kafamın tasını attırıyorlar. Al şu yüzüğü götür, yengene ver.”

İtiraz edemedim ama korkak bir sesle “Yarın götürsek, biraz düşünmeye zamanımız olurdu” diyecek olduysam da sonuç nafileydi. Veysel Garani, iyice kararan yüzüyle “Yok” diyordu. “Bugün götür. Daha vakit erken, yarın da Cumartesi, nasıl olsa okulun da yok, al şu parayı, hemen yola çık.”

İkindi namazı kılınırken Misis’in yolunu tuttum. Şansım yaver gitti ve hemen Adana Misis arabasına bindim. Kahve durağında indim ve eve doğru yaklaştım.

Niye geldin derlerse ne diyeceğimi bilemiyordum. Allahtan misafire böyle soru sorulmadığını düşününce bu ağır yükün hafiflediğini hissettim. Kapıdan yaklaştığımı görenler; “Aaa bak Güccük geliyor” diye bağırdılar, beni son derece sıcak bir sevgiyle karşıladılar.

Yüzük cebimde, kontrolüm altındaydı. Daha ana avlu kapısından içeri girer girmez, hoş bulduk demeye fırsat kalmadan, Haluk koşarak evin arkasından geldi. Sanki geleceğim içine doğmuştu:

“Haydi lan maça gidiyoruz, geç kaldık” dedi.

Hayat yengem; “Oğlum, çocuk bir soluklansın, yeni geldi” diye müdahale etti.

“Yok ana, geç kalırız” diyen Haluk; “Zaten biz eksiktik, şimdi tam olduk. Şunlara nasıl top oynanırmış gösterelim” diyerek bir yandan ayakkabısının bağlarını sıkılaştırdı.

Bu durum işime gelmişti doğrusu. Bir şeyler açıklama zorunluluğu hissediyordum ki, bu top işiyle her şeyden kurtulduğumu düşündüm. Hemen eşofmanları giydim.

Hayat yengem;

“Dikkat edin, bak yeğenine bir şey olursa dayısı sana kızar” diye Haluk’u uyardı.

Haluk: “Bir şey olmaz ona, taş gibi yeğeni var, Kümeörenli, maşallah” diye cevap verdi.

Bir ara Remziye ile göz göze geldik. Zamanın durduğu bir andı. Sanki kalplerimiz birbiri için atıyordu. O anki duygularımız ikimizin de yüzünde küçük ama özel anlam taşıyan bir tebessüm gibi yayıldı. Gülümseyen bir çift kara göz bana dönüp şöyle dedi:

“Haydi bakalım, Kümeörenliyim diye hava atmak kolay, göster kendini.”

Mutluluğum kat kat artmıştı.

Bu arada, Dursel yengem, sanki kavga eden kendisi değilmiş gibi gülerek ağabeyin nasıl dercesine gözümün içine bakıyordu.

Futbol sahasına koşarak gittik.

O gün maçı güç de olsa bizim takım almıştı. Ağzımız kulağımızda geldik eve.

Haluk; “Lan o golü kaçırmasaydın fark üç olacaktı” dedi. Ben de; “Sen de kafa gölünü kaçırdın” dedim.

Akşam Hayat yengenin o birbirinden güzel yemeklerini yerken hiçbir şey olmamış gibi sohbet ettik.

Mehmet dayım beni karşısına oturtup uzun uzun sormuştu. Çok farklı biriydi. Evine gelen hiç kimseyi harçlığını vermeden göndermezdi. Sanki geçmişte çektiği yokluğun, güçlüğün karşılığını sevgi ve ilgiyle tüm eşe dosta, akrabaya hatta merhaba diyen herkese yansıtırdı.

“Nasıl gidiyor yeğenim. Yengengil sana iyi bakıyorlar mı? Bir ihtiyacın var mı? Harçlığın yeterli mi? Bir sıkıntın varsa mutlaka söyle.” Sonra çocuklarına döner, Hüseyin’in babasının nasıl büyük bir aile olduğunu, onların ekmeğinin kimleri doyurduğunu anlatırdı.

Gururlanarak “Bunlar ağa çocukları, adam gibi adam bunların babası” derdi.

Dayım yorgunluktan erken uyuyunca biz; Dursel yengem, Aysel, Remziye, ben ve Haluk diğer odaya çekilir, hep beraber çeşitli oyunlar oynardık. O paylaşım, güzellik anlatılır gibi değildi. Bazen Haluk “Hadi lan Hüseyin dama çıkalım, birazdan film başlayacak” derdi. Remziye gelmeyecekse bu benim için çok cazip değildi. Ama Remziye de varsa filmin güzelliği bir başka olurdu.

Dayımgilin damından yazlık sinema tüm güzelliğiyle izlenebilirdi. O nedenle damda asmaların dibinde oturmak ve çekirdek çitleyerek film izlemek çok özel bir keyifti. İniş çıkışlarda bir ara şu yüzüğü yengeme versem de rahatlasam diye fırsat kolladım. Olmadı, o gece yüzük cebimde bir güzel uyudum.

Sabah Hayat yengem ciğer hazırlamıştı. Güzel bir kahvaltı oldu. Müsaade istedim. Biraz daha kal dedilerse de, derslerimin olduğunu bu yüzden gitmem gerektiğini ifade ettim. Haftaya gelme sözü vererek yanlarından ayrıldım. Öğle otobüsüyle Adana’ya döndüm.

Eve geldiğimde Veysel ağabeyim ne yaptığımı sordu. Ben de “Tamam ağabey” dedim. Bunun anlamı, ben yüzüğü verdim, yengem de aldı demekti. Allahtan detayları sormadı.  Çünkü yalan söylemek çok zordu ve böyle masum bir yalanda bile kıpkırmızı oluyordum.

Belli etmemeye çalışıyordum. Ağabeyimin yanından “Top oynadık hamlamışım, ben biraz dinleneyim” diye müsaade isteyip ayrıldım. Hızla uzaklaşırken ter içinde kalmıştım.

Akşam Ali Gardaş geldi. Anlamlı bakışlarla; “Ne var ne yok köyde?” diye sordu.

“Hiç ağabey çok iyiler, maç yaptık da. Misisteki diğer takımı yendik” dedim. Sonunda İyi bir bahane bulmuştum.

Ali ağabeyim; “Veysel Gardaş yine sana bir iş yaptırmış olmasın?

Bir kez daha durumu kurtarmam gerekiyordu. “Yok, yok” dedim.

Sebahat yengemin; “Haydi Ali, Hüseyin yemek hazır, yemeği soğutmayın” sözleri imdadıma yetişmişti.

Yengemin patlıcan tavasını afiyetle yedik, çayımızı yudumlarken, gelecek hafta sonu yengem balık yemeğe gelmemizi istiyor dedim. Ali ağabeyim “Tamam” dedi, “Ben de özledim. İki haftadır gidemiyoruz. Hafta sonu mesaim olmazsa olur, gideriz” diye ekledi.

Sonraki hafta Ali ağabeyimin mesaisi yoktu. Bütün aile Gomere doluştuk, Misis’in yoluna düştük.

Misise doğru yaklaşırken yüzüğü yavaşça Veysel ağabeyime uzattım.

“Ağabey şunu tak” dedim.

Biz kamyonun arkasında gidiyorduk. O nedenle konuşmamız rahat olmuştu.

Ancak devamında beni nasıl bir sonun beklediğini bilmiyordum. Ağabeyim çok kızabilirdi.

Korka korka al demiştim.

Ağabeyim anlamlı şekilde yüzüme baktı. Sonra yüzüğü alarak parmağına taktı ve kafasını kaldırarak “İyi mi yengen” dedi. Rahatlamanın verdiği esneklikle ; “İyi ağabey, selamları var” dedim.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler