61-Dünyanın Öbür Ucunda Gardaş Acısı

Hocamız Dr. Salim Hızıroğlu ile birlikte iki günlük bir endüstriyel gezi planladık. Ormanlık bölgelere doğru gidecek, biri MDF işletmesi olmak üzere birkaç endüstriyel işletmeyi ziyaret edecektik. Ziyaretçi öğretim üyesi olarak bulunduğumuz Amerika Birleşik Devletleri’nin Oklahoma State Universitesi’nden, Stilwater’dan 750-800 km kadar uzak bölgelere IDABEL’e gidecektik.

28 Ağustos günü sabah erkenden yola çıktık. Salim hoca sabahın 5’inde Wiilams 101-3’ye geldi. Salim hoca beş demişse tam beşte, hatta beşe iki üç dakika kala mutlaka gelirdi. Yine öyle oldu. Kapıdan çıkmaya hazırlanıyordum ki, Salim hoca geldi.

“Mr. Koç hazır mısın?” dedi.

“Evet hocam” diye cevap verdim.

Salim hoca Bülentlerin uyanıp uyanmadığını sordu.

“Uyanmışlardır hocam, yoksa uyandırırız” dedim.

İki sokak ileride Williams 108-10’ye geldiğimizde sürprizle karşılaştık. Azize ve Bülent uyanmakla kalmayıp, valizleri ile birlikte aşağıya inmişlerdi.

“Oh Dr.Azize good morning.”

Yolculuğumuz gülümseme ve karşılıklı şakalaşmalarla başlamıştı. Salim hoca her bölgeyi tanıyor, her geçtiğimiz il veya ilçeyle ilgili bilgiler veriyordu.  Bir kahve molası, yollar oldukça ilginç geliyordu. Hem haritamız vardı, hem de GPS’den takip edebiliyorduk, ama en güvenlisi canlı rehberimiz Salim hoca idi.

MDF fabrikasına zamanında varacak şekilde yolculuğu planlamaya çalışıyorduk. Çıkmadan önce Türk usulü hazırlık yapmış, yanımıza sandviç, çay vb. aperatif gıdalar da almıştık. Dinlenme alanını (rest area)  görünce durduk. Oldukça geniş bir alandı ve çok az insan vardı.  Ormanlık alanları dikkatimizi çekmişti. İki saatlik bir yolculuktan sonra bir istasyondan benzin alarak 15-20 dakikalık bir kahve molası daha verdik. Salim hoca söz verdiği saati tam güvenceye alınca “Kahveyi rahat içebiliriz, zamanımız uygun” diyordu.

Brooken’daki MDF işletme ziyareti oldukça ilginç geçti. Daha önce de ziyarete geldiği için Salim hocayı tanıyorlardı. Yaklaşık iki saatlik bir turdan sonra kalacağımız otele doğru yola çıktık. Ara sıra yollarda kumarhane diye filmlerden gördüğümüz yerlere de rastlıyorduk. Salim hoca, “Ne dersiniz girelim mi” diye takıldı.

Beklemediği bir yanıt verdik hep bir ağızdan.

“İyi olur hocam, şunların içini görelim.”

Son derece düzenli, güvenlik görevlileri, canlı canlı kumar makinaları ile farklı bir ortamla karşılaşmıştık. Doğrusu beklentimizin tersine son derece temiz bir ortamdı.

Haydi beşer dolarla buranın hakkını verelim dedik, bu arada İngilizce pratiğimiz artsın diye her fırsatta Salim hoca bizi öne sürüyordu. Anlaşmamız çok zor olmadı, herhalde onların çok az rastlayacakları cimri müşterilerdendik. Ama yine de son derece saygılı davrandılar. Birer dolar birer dolar kullanacak şekilde biletler aldık, para bitince haydi gitme vakti diyerek ayrıldık.

Oteli güvenceye alınca, otelin yakınında olan ve bölgenin en önemli otantik yaşam araçlarının yer aldığı müzeye gittik. Gerçekten Kızılderililerin en uzun yaşam alanlarından olan bu bölgedeki önemli müzelerden biriydi ve bizi epeyce geçmişe, Kızılderililerin yaşam koşullarına götürmüştü. Aaa bunu filmlerden görmüştük diye tanıdık araçlara da rastlıyorduk.

Müze sonrası Idabel’i gezerek otelimize yerleştik.

Dönüş süreci başlamıştı. Kahvaltı ile birlikte çok da geç kalmayalım, dönüşe doğru geçelim diye karar verildi ve USA-IDABEL-Oklahoma City Yolculuğuna başlandı.

Her şey çok güzeldi ama içim rahat değildi, gerginliğim yüz hatlarıma ve davranışlarıma yansıyordu.

29’unda ağabeyim Ali Gardaşın sağlık kontrolü vardı. Her şey iyi deniliyordu telefonda ama yine de edindiğim bu bilgi içimdeki sıkıntıyı hafifletmiyordu.

29 Ağustos 2013, Saat 12.00 civarı, üç saat olmuştu yola çıkalı. Salim Hoca, bir ara takıldı;

“Mr. Koç bir problem mi var, biraz durgunlaştın. Yoksa yol mu çarptı. İstersen dinlenelim.” Azize hanım da aynı şeyi söyledi, Bülent destekledi.

–Yok iyiyim. Bugün ağabeyimin kontrolü vardı da, onu düşünüyordum.

–Nerede, önemli bir şeyi var mı?

–Adana’da bir damar tıkanıklığı problemi yaşandı. Damarların birini açmışlar. Diğeri fazla kıvrımlı olduğu için müdahale edememişler. Ama genel durumu iyi diyorlar. Şu an evde, yavaş yavaş yürüyerek normale dönmeye çalışıyor.

–Ne zaman oldu.

–Bu yaz başlangıcında ben yola çıkmadan ani bir fıtık problemi yaşandı. Ciddi bir problemdi ama çözüldü dediler. Sonra bir kalp krizi geçirmiş.

–Kalp var mıydı ağabeyinde?

–Bildiğimiz hiçbir kalp problemi yoktu bugüne kadar. Her gün birkaç km düzenli yürüyen, çalışan birisi. Çok sigara içmenin dışında belirgin bir şeyi yoktu. Hepimiz şaşırdık. Dün yola çıkmadan aramıştım ağabeyimi. “Yaramaz bir şey yok, iyiyim” demişti.

–İyi olur inşallah, zaten kontrol altına alınmış. Demek ki, her şey yolunda. Geçmiş olsun. İyi şeyler düşünün.

–Bir ses çıkmadığına göre bu saate kadar demek ki yaramaz bir şey yok, diye düşünüyorum.

Saat Türkiye’de akşamın sekizi olmuştu. Ağabeyimi arayabilir miyim diye Salim hoca ve diğer arkadaşların yanından ayrıldım.

Ağabeyimin numarasını korkarak çevirdim. Telefonu Sebahat yengem açtı.

“Alo, alo yenge, ben Hüseyin” dedim. Sonra; “Ne yaptınız yenge, iyi misiniz? Bugün ağabeyimin kontrolü vardı” diye sordum. Sebahat yengem; “Vallahi Hüseyin, ağabeyin dün rahatsızlandı, kontrole gittik. Birkaç tahlil vermişlerdi. Bugün yine rahatsızlandı. Öğleden beri hastane hastane dolaştık, ameliyat olduğu hastanede böbrek uzmanı yokmuş, yarın tatil diye almak istemediler. Şimdi Adana Araştırma Hastanesindeyiz. Bugün burada yatacağız, yarın tedaviye başlayacaklar.

–Şimdi nasıl ağabeyim. Herhangi bir tedaviye başladılar mı?

–Ağabeyinin durumu iyi, ben de yanındayım. Bak vereyim, konuş istersen.

Endişemi belli etmemeye çalışarak; “Alo Ağabeyciğim nasılsın?” dedim.

Ali ağabeyim; “Vallahi iyiyim Gardaşım, anjiyo sırasında böbreğe zarar vermişler, şanssızlık gelip bizi buldu. Doktorlar yarın tedaviye başlayacaklar” diye cevap verdi.

“İyi olacak inşallah, oğlum. Allahın dediği olur. Kendine iyi bak, işine gücüne bak. Beni merak etme. Haydi öpüyorum. Allaha emanet ol” diye konuşmasını sona erdirdi.

Ağabeyimin sesini duymak beni rahatlatmıştı. Sesi sıcacıktı ve hemen yakınımda gibi canlı canlı geliyordu.

Arkadaşlar, geçmiş olsun dediler. Aradan iki üç saat daha geçmiş ve Stilwater’a iyice yaklaşmıştık.

İçim bir türlü rahat etmiyordu. Biran önce ulaşsak, eve varsam da tekrar arayıp iyice bir durumu öğrensem diye düşünüyordum.

Saat 15.00 gibi Stillwater’a ulaşıldı. Salim hoca önce Bülentleri, sonra beni bıraktı FRC’ye, kaldığım eve. Ayrılırken de tembih etti: “Bir sıkıntın olursa ara, yüzün gülsün. Hem kendi kulağınla duydun, ağabeyinin durumu iyiymiş. İstersen bekleyeyim.”

“Yok hocam, sağolun” dedim. Sonra haberleşiriz diyerek onları gönderdim.

Evden içeri girdiğimde birkaç dakika yatağa uzandım. Arayıp aramamakta tereddüt ediyordum. İçim içimi yiyordu. En iyisi aramak diyerek telefonu çaldırdım birkaç kez, kimse cevap vermedi.

Williams 101-3 no.lu dairede salondaki küçük ikili koltuğa uzandım.  Bir yandan da bilgisayarda skypten Türkiye ile bağlantı kurmaya çalışıyordum. Kimse cevap vermiyordu bana.

Birden Sebahat yengem telefonunu açtı. Endişeli ve sesi titrek geliyordu. “Ağabeyini yoğun bakıma aldılar. Biraz sıkıntısı oldu, hepimiz buradayız” dedi.

“Yenge ne oldu, nedir durum” diye sordum ama bana “Şimdi kapatıyorum. Daha iyi olur dediler, orda müdahale ediyorlar, kalp krizi geçirmiş” diye cevap verdi.

Yine telefon kapandı.

Endişem artarken, bir yandan bildiğim tüm duaları ederek “Allahım sen ağabeyimi bize bağışla, onu sevdiklerine bağışla” diye yalvarıyordum.

Bir yandan da kendi kendime umut veriyordum. Ağabeyim iyi olacak. Yoğun bakımda daha dikkatli bakarlar, kendini daha çabuk toparlar diyordum.

Evin içinde dolaşmaya başladım, Televizyonu açmayı düşündüm, içimden gelmedi, tekrar telefona sarıldım: “Sebahat yengem, Dursel yengem, çocuklar, Haluk, Veysel ağabeyim..” kimse cevap vermiyordu.

Haluk ve Cavide’den sağlıkçı olmaları nedeniyle daha doğru bilgi alırım diye düşünüyordum, ama açan yoktu. Özellikle onların cevap vermemesi beni daha da kaygılandırmıştı. Endişem hat safhadaydı. Bilgisayardan Skyp üzerinden İstanbul’la konuşarak bilgi almak istiyordum.  Yine cevap yoktu.

Sonra aklıma doğrudan ağabeyimi aramak geldi. Ve telefonun ikinci çalmasında Dursel yengemin sesiyle acı haberi aldım. Yengem ağlamaklı sesiyle;

“Gitti oğlum, Ali ağabeyin gitti, Gardaşın gitti, kurtaramadık onu” diyordu.

O an dünyam karardı. Telefonu ve kendimi yatağa fırlattım. “Allahım, Allahım nasıl olur, melek gibi insandı O. Allahım sen bize yardımcı ol; ağabeyciğim, ağabeyciğim…”

Sanırım bir saat kadar sonra. Birden fırladım yataktan, bir şey yapmalıydım. Karar vermeliydim ama ne yapacağımı bilmiyordum.

Bir an Salim hocayı aramak geldi aklıma. Telefonun çalmasıyla açılması bir oldu.

Hocam, hemen sesimden anlamıştı. “Sakin ol, hemen geliyorum” dedi.

Beş dakika geçmemişti ki, Salim hoca kapıdaydı.

Ağlayarak ona sarıldım.

“Dur” dedi, “Acın çok büyük biliyorum, elini yüzünü yıka, şu suyu iç.

Önce sakin olmalıyız. Gel şuradan bir çıkalım. Şöyle bir hava al, göle gidelim, rahat rahat ağla. Ağabeyin kolay değil, ağla rahatla. Ama yapacak bir şey yok.”

–Al şu anahtarını, kimliğini, şuradan biraz daha su iç.

–Hocam gitmeliyim. Ağabeyim bir tane ona dayanamam.

–Ne gerekiyorsa yaparız. Önce dışarı çıkalım, yarım saat kendine gel, ne yapacağımıza karar verelim.

Arabayla çıktık, ilerdeki göle gittik, sürekli haykırarak ağlıyordum. “Tamam” dedi Salim hoca; “En iyisi bize gidelim. Orada konuşalım.”

Ve  kısa bir süre sonra herkesin haberi oldu; Çağatay ve Buket koşarak geldiler, peşinden Bülent, Azize ve Roommate’im Efe.. Herkes sarılarak acımı paylaşıyordu. Ama yürek yanmıştı bir kere; ateş düştüğü yeri yakıyordu…

Adanalı Efe:

–Ağabey yetişemezsin, iki gün yol sürüyor, üstelik bilet bulabilirsek, Adana’da bekletmezler, acın çok büyük biliyoruz, ama sakin olup, akıllı hareket edelim.

Beni ikna etmek ve sakinleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.  Aradan iki üç saat geçmişti. Salim hocanın evinde bir aile gibiydik. Herkes acımı paylaşmaya çalışıyordu.

–Son söz dediler, ne istiyorsan söyle; biz onu ayarlarız.

–Benim ailemin yanında olmam lazım. Doğru olan ve içimden gelen bu.

–Tamam o zaman, zamanı iyi kullanmalıyız. Bilgisayarlar açıldı, telefonlar bulundu.  Hemen uçuş var mı soruldu? Yoktu. İlk uçuş yarın akşam Oklahoma’dan Chicago’ya ve oradan da İstanbul’aydı.

Bu arada Adana ile tekrar konuştum. Geleceğimi söyledim.

Türkiye’ye dönüş yapabilmek için bütün hava yolu şirketlerini aramamıza rağmen bilet bulamadık. Bu arada Mesut aradı. İki gün sonrasına 800 Euro farkla bilet bulduğunu söyledi. Alt üst olmuştum.

Bu arada Adana’da rahmetli ağabeyciğim son yolculuğuna uğurlanmıştı. Benim yetişme şansım olmadığını öğrenince amca cenazeyi kaldırıyoruz dediler.

Ertesi gün olmuştu, biletten hala onay yoktu. Tekrar Mesut’u aradım. “Ağabey, onay çıkmadı bekliyorum” dedi. Bu arada hiç yapmadığım bir şeyi yapmaya karar verdim. Facebook hesabım vardı, ama hiç kullanmıyordum. Sürekli arayan oluyordu, Birçoğu saat farkını unutuyordu, gece sabahlara kadar arayanlar oluyordu. Ama cevap veremediğim, tekrar arayamadığım çok kişi vardı. Evde acılar içinde bekliyordum.

İki gün geçti hala bilet onayı gelmedi.

Remziye ile konuştuğumda “Geliyorum” dedim. “Sen bilirsin ama yapabileceğin bir şey yok” dedi.

Bilet bulduğumu, 800 Euro fark istemelerine rağmen okey verdiğimi ve onay beklediğimi söyledim.

Remziye; “Zaten bir hafta sonra geleceksin. Mantıklı hareket et, onaylanmadıysa bu işte de  bir hayır var. Ara, talebini iptal ettir” dedi.

Duygularım gitmem gerektiğinin doğru olduğuna inansa da, gerçek vaziyet karşısında Remziye de haklıydı.

Bu görüşmenin arkasından Azize hanımı aradım. Yemeğe bekliyoruz, bizde buluşacağız dediler. Bu defa herkes; Salim Hoca, Efe, Bülent, Çağatay ile Azize ve Buket hanım hepsi Wiiliams 108-10’daydık.

“Hocam artık gitmen anlamsız, sen mantıklı bir insansın, ağabeyini çok sevdiğini de biliyoruz, ama ne yapabilirsin. Bu saatten sonra dönmek sana bir sürü sıkıntı çıkaracak. Gel onay çıkmadıysa şu bileti iptal edelim” dediler.

Fazla söyleyecek bir şey kalmamıştı, bileti iptal ettirdik.

Arkadaşlarım bana doğru karar verdiğimi, şimdi kendimi toplamam gerektiğini, eşimin, çocuklarımın, ailemin bana ihtiyacı olduğunu söylediler, sık sık moral verdiler. Onlara yakın ilgilerinden dolayı teşekkür ettim.

O gün 3 Ağustos 2013’te facebook’tan ilk mesajımı yazdım. Ama bu sosyal medyayı kullanmaya pek zamanım yoktu. O nedenle de hep negatif bakıyordum. Oysa bu süreçte geceli gündüzlü telefonum çalmıştı ve pek çok insana cevap verememiştim. Eve gelince bilgisayarı açtım ve facebook hesabıma girdim.

Ve yazdım…

Amerikadan Türkiye’ye dönüş 15 Ağustos idi. Bu zamana kadar ayrılışla ilgili yapılacak işler vardı. Yeniden FRC’ye günlük işlere dönerek kendimi oyalamaya çalışıyordum.

Çok sevdiğim ağabeyim için bir şey yapacaktı.  Onu anlatacak, onun güzelliğine karşılık gelecek bir şey. Ve yazmaya devam ettim.

Üniversite içinde iki kilise bir de cami vardı. Orada Ali ağabeyimin vefatından sonraki ilk Cuma namazına gittim. Evde abdestimi aldım. Bülent’le buluşarak Camiye gittik. Cuma namazında dua ettim. Ağabeyimin hayrına bağışta bulundum. Namazda duaların önemli bir kısmı İngilizce idi. Müslümanlar daha iyi anlayabilmek için ibadetlerini İngilizce yapıyorlardı.

Cumadan sonra her hafta İngilizce pratiğimi geliştirmek amacıyla uğradığım Kilisedeki international scoll’a gittim.  Kilisedeki tanıdıklar çok samimi bir şekilde acımı paylaştılar. Kurstan sonra Ali Gardaş için dua ettiler.

Ali Gardaş için Amerika’da, hem camide hem de kilisede dualar edildi.

Şöyle düşündüm; “Çok medeni bir insandı rahmetli ağabeyim, çok inançlı, çok insancıl ama son derece açık düşünceliydi. Ölümünde bile hiçbir ayrım olmadan onun için farklı inançtaki insanlar dua ettiler. Hem Amerikalısı, hem Türkü, hem Hristiyanı hem Müslümanı.  Ruhun şad, mekanın cennet olsun.”

15 gün sonra uçakla Türkiye’ye döndüm. Uçakta herkes uyurken, ben gözüm yaşla dolu olduğu halde ağabeyim için yazmaya devam ettim. Ona verdiğim sözü bir an önce yerine getirmek istiyordum.

Ruhun şad olsun Ali Gardaş, biz seni çok seviyoruz. Özlemini, hasretini kalbimize gömüyoruz. Mekanın cennet olsun canım ağabeyciğim.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler