Yazın, çocukları veya yaşlıları bekleyen önemli işlerden biri de köyden üç beş km uzaklıktaki bağ, bahçe, bostan tarlası gibi yerlerdeki bekçilik göreviydi. Ürünlerin yetişme zamanına yaklaşık bir ay kala o arazide bir düzen kurulur ve ürünler toplanıp bitinceye kadar aileden biri burada beklerdi. Bekçilikteki temel amaç çoluk çocuğun veya hayvanların bostan tarlasına zarar vermesini önlemenin yanında, oranın düzenli bakım ihtiyacının da karşılanmasıydı. İki üç ay gibi uzun bir süre devamlı aynı yerde durmayı gerektirdiği için sıkıcı da olabilmekteydi. Buna karşın bağ bekçiliğinin kendine has çok güzel özellikleri de vardı. Orada çocuklar, çocukluğunu doyasıya yaşayabilecek şekilde özgürce oynarken, onlara aynı ortamda eşlik eden komşular, özellikle yaşlılar, onların anlattıkları anılar ile çocukların dünyasını sınırlar ötesine taşırlardı. Bir anlamda doğal eğitim alanıydı bağ bekleme ortamı.
Bir gün Veysel ağabeyim, “Alaçık* yapmaya gidiyoruz. Bağ bekleme vakti geliyor” dedi.
Keseri, testereyi, bel, bıçkı ve pobuç ekmekle* bir yoğurt torbasını ve su kabını yanımıza aldık. Yaklaşık üç dört km uzaklıktaki bağa doğru yöneldik. Yürürken Veysel ağabeyimle sohbet ettik.
Veysel ağabeyim; yakında okulların biteceğini, bu sene bağın beklenmesi lazım geldiğini, gündüz yapılacak çok iş olduğunu, akşamları kendisinin de geleceğini, bu yüzden korkmamam gerektiğini söyledi. “Göreyim seni, bağı bir güzel bekle” dedi.
Ekinler yeşilden sarıya doğru dönmeye yüz tutmamıştı henüz. Yani yaza biraz daha vakit vardı. Yokuşun başından aşağı doğru hızla indikten sonra bir tarafı dere olan ve kıvrıla kıvrıla Hanın Pınarına kadar ulaşan yaya yolunun sonuna geldiğimizde, Veysel ağabeyim;
“Haydi Gardaşım, Hanın Pınarından taze bir su doldur, sonra bağa gel, ben de orada aletleri hazırlayayım” dedi.
Su dolu kapla bağa ulaştığımda Veysel ağabeyimin, yoğurdu ekşimesin diye kaysının koyu gölgeli bir yerine astığını, ekmek çıkını için de gölgeli bir başka yer ayarladığını gördüm. Su için daha da gölge bir yer bulmak gerekiyordu. Yer aramaya başlamıştım ki, Veysel ağabeyim; yandaki kaysının gölgesinin daha güzel olacağını, suyu oraya koymamı, zaten alaçığı da bu yere yakın yapacağını söyledi.
İçimde büyük bir heyecan vardı. Bu, insanın kendine ait özel bir evi olması gibi bir duyguydu. Orada uyuyacaksın, yemek yiyeceksin, yatağın, mutfağın her şeyin orada olacak. Bu mükemmel hizmet alanı topu topu, iki yatak sığabilecek genişlikte, çoğunlukla bir yatağın konduğu ve 2 kişinin sadece oturabildiği bir yerdi.
Veysel ağabeyim, “Haydi, oyalanma” dedi. Belli ki zamanı iyi kullanmak istiyordu. Alaçık hayalini bırakarak, ağabeyimin elime verdiği birkaç aletle beraber derenin yolunu tuttum. 500 metre ilerde ortak bir ağaçlık alan vardı. Bu bereketli alan her yıl ihtiyaç duyulan ağaç malzemeyi sağlamakta sanki kusursuz bir görev yapma gücüne sahipti. Dalları hızla uzar, birileri gelir keser, o ağaçlar inatla yeni dallar yetiştirirdi.
“Tamam” dedi Veysel ağabeyim, “Şu üç dalı keselim önce. Hem ağaca da zarar vermeyiz. Bu dallar eğilmeye başlamış.” Bir saat sürmeden omuzlarımızda aletler, peşimizde süpürge gibi bizi takip eden ağaç dallarıyla bağa döndük.
Veysel ağabeyim; bir sağa, bir sola, bir yukarı baktı ve “Şurası iyi, hem kaysının gölgesinden yararlanırız, hem de ekine zarar vermeyiz” dedi.
Başladık yeri kazmaya, 10-15 cm kazdıktan sonra zemini düzeltip, üzerini çiğneyerek sertleştirmeye çalıştık. Sonra kazıkları yerleştireceğimiz yerleri belirledik. Bir mimar, bir inşaat mühendisi işinde nasıl titizlik gösteriyorsa ağabeyim de öyle çalışıyordu. Ağabeyimi hayran hayran izlerken bir an önce alaçığın ortaya çıkması için sabırsızlanıyordum.
Toprağın üzerine bir bilek kalınlığında üç uzun ağaç dalı yerleştirdik. Ağaçları birbirine tepelerinden çatarak bir eşkenar üçken oluşturduk. Ve ağaç dallarını sıkıca uçlarından birbirine bağladık. Diplerini toprakla doldurarak sıkıca çiğnedik.
Veysel ağabeyim, iki üç adım geri çekilerek temel çatısı kurulan bu üçgene baktı. “Ooo, tamam, girişini şöyle koymalıyız ki serin olsun. Güneş buradan doğuyor, böyle dönüyor. Bu değişime göre alaçığın yönünü ayarlamalıyız” dedi.
Kısa bir süre içerisinde üç ana taşıyıcı omurga, bir tel kafes modeli gibi ince dallarla örülerek, bir huniye benzemeye başlamıştı. Konik yapıdaki bu geometrik şekil insana değişik bir his veriyordu. Birbirine bağlanan ağaç dallarının sayısı artıkça alaçık da iyice ortaya çıkmaya başlıyordu.
Veysel ağabeyim;
“Şu ince dalları da yerleştirelim, sonra biraz daha dal, yaprak ve ot bulmalıyız. Bunları öyle yerleştirmeliyiz ki, yağmur yağdığında yatak yorgan ıslanmasın.”
Bahardan yaza doğru yaklaşıldığında bazen çok yağmur yağardı. Bu nedenle gölge olması kadar yağmurda ıslanmamak da önemliydi.
Yorulmuştuk. Dinlenmek üzere işe ara verdik. Önce ellerimizi yıkadık. Sonra Veysel ağabeyim yemek için hazırlık yaptı. Bakracı* kontrol ettikten sonra popuç ekmeği özenle bakracın içine küçük küçük bir lokmada yenebilecek şekilde doğradı. Yoğurt torbasını ters çevirip özenle uç kısmından yavaş yavaş dökmeye başladı. Suyu süzülmüş, süzme yoğurt çok düzenli olarak kaba doğru helezonik geometrik bir şekil çizerek düşüyordu. Yoğurdun hazırlanışını büyük bir hayranlıkla izlerken ağabeyim azar azar su dökmemi istedi. Ekmeğin üzeri yoğurtla özenle kaplandıktan sonra suyun dökülmesi ve yoğurtla ekmeğin buluşmasının ahenginin oluşması gerekiyordu. Yer soframız, dalından taze koparılmış beş altı adet yeşil soğan ile tamamlandı.
Soğan, ekmek ve yoğurdun uyumu, doğanın ve doğallığın olağan üstü gücünü gösterdi. İştahımız kabardı, karnımız doydu, yorgunluğumuz kayboldu. Ve çalışma azmimiz yeniden kuvvetlendi.
Derenin yolunu tuttuk ve yeni malzemelerle döndük. Onları da yerleştirince ağabeyim “Tamam, bu iş bitti. Yarın bunun dibini sularız. Toprağı sulayıp iyice sıkışmasını sağlamak lazım, şimdi şu kalan suyla büyük ağaçların diplerini yapalım, yarın yine geliriz. Zaten Hanın Pınarında işim var. Orada işim bitince gelirim, beraber bu işi bitiririz” dedi.
Alaçığa kavuşmanın sevinciyle “Bu, rüzgârda uçmaz değil mi? Yağmur yağınca ıslanmayalım?” diye sordum. Veysel ağabeyim de, “İki üç gün sonra o otlar yapışır birbirine, birbirine yapışırken, dallarla arasında öyle bir bağlantı kurar ki, istesen de birbirinden ayıramazsın. Sen merak etme Gardaşım, benim yaptığım alaçığa bir şey olmaz” diye ekledi.
Köye doğru yola çıktık. Mal görme vaktine yetişmemiz gerekiyordu. Veysel ağabeyimin uyarısıyla hızlandık; “Haydi Gardaşım, gecikiyoruz, bak güneş batacak…”