8- Bağ Bekleme

Bağ beklemede başını sokacak düzgün bir alaçığın yanında yün yatak, yorgan, yatağın altına serilecek kilim, yatağı koruyacak ve soğukta yorgana takviye görevi yapacak battaniye, su testisi, bakır tas, ekmeklerin kurumasını engellemek için kullanılan bez torbası, iki üç tahta kaşık, bıçak, gece giymek için kazak ile benzinli çakmak olmazsa olmaz araçlardı.

Eşyaları yerleştiren Veysel ağabeyim;

“Bak Gardaşım, evden daha güzel oldu burası. Yatağın üzerinde fazla oynama, alaçığı temiz tut, benim şimdi gitmem lazım, akşama geleceğim, ama gecikirsem korkma. Hemen şu yan tarafta Alibaz emmi var, arka tarafta Karaallılar (Karaağıllılar). Güneşte de fazla kalma. Bağ bekçiliği görevin hayırlı olsun. Haydi eyvallah” diyerek yanımdan ayrıldı.

Ağabeyimin arkasından bakarken, düşündüm; “Gerçekten ağabeyimin işi de zordu; köye gidecek, akşama kadar çalışacak, akşam tekrar bağa, benim yanıma gelecek, sabah yeniden erkenden kalkıp tekrar gidecek. Her gelişte de yiyecek getirecek…”

Babam o kadar yolu yürüyemezdi. Ben de çok küçüktüm. Korkarım diye tek başıma bırakamıyorlardı, iş mecburen Veysel ağabeyime düşüyordu.

İlk günümde alaçıkta evcilik oynar gibi oturdum. Yatağın üzerine uzandım. “Oh be, bayağı da rahatmış” dedim kendi kendime.  Uyuma provası yaptım, sonra yatağı katlayıp, önündeki kilimin üzerine oturdum, yatağa sırtımı verdim. Yatak kirlenmemeliydi. Çünkü, Veysel ağabeyim; “Yatağın üzerinde fazla oynama” diye sıkı sıkı tembih etmişti.

Alaçığın açık kısmından hafif sararmaya yüz tutan arpaları izlemeye başladım. Henüz yemyeşil görünen çağlalara (yetmemiş kaysı) ve yeşilin her tonunu insana yaşatan üzüm çubuklarına bakıyordum.

Güneş biraz yükselmeye başlayınca sıkılmaya başlamıştım.  Alaçıktan çıktım. Önce bağda bir tur attım. Kaysılarımızı tek tek ziyaret ettim. Kaysıların gövdesine, dallarına, üzerindeki çağlalara bakarken sanki onlarla konuşuyordum: “Ooo, ne güzel kaysın var, maşallah, maşallah; bu sene elman da çok güzel olacak.”

Güneş iyice tepeye dikilince, sıcak etkisini artırmaya başlamıştı, tekrar alaçığa döndüm. Alaçığın içi çok serindi. Hemen hemen içeri hiç güneş girmiyordu.  Acıkmıştım. Ekmek çıkınını aldım elime. Anacığımın pobuç ekmeği, “Ye beni” diye bağırıyordu. Ekmeği dörde böldüm ve bir parçasını iştahla yemeğe başladım. Üzerine testiden bir kap su içtim. Sonra hafif şekerleme isteğinin geldiğini hissettim. Hayallere dalmıştım. Rüyamda tam üzümleri toplamaya başlarken uyandım.

Bu kadar şekerleme yeter deyip komşularımla tanışmak üzere alaçıktan dışarı çıktım. Ağabeyimin gelmesine daha çok vardı. Yavaş yavaş dereye doğru yürüdüm. Derenin solunda özel bir ağaçlık alan, karşısında Hakkı amcamın tarlası, hemen sol köşesinde Lütfi emmimin büyük tarlası vardı. Dereyi geçince sola dönüp, Lütfi emmimin tarlasının sınırından Gemerek yönünde yürüdüm. Yol üzerinde 9-10 adet servi ağacı vardı, öyle güzel ağaçlardı ki, insanı kendine hayran bırakıyorlardı. Kalem gibi gövdesi, yukarı doğru bakınca tepesini göremiyordu insan. Uzun mu uzun ağaçlardı; ovanın ortasında sanki dikkat çekmek istermişçesine büyümüşlerdi.

Servi (kavak) ağaçlarını geçerek 200 metre kadar yürüyünce çocukların koşturduklarını gördüm. Arhazın Damı denilen çevresi ağaçlarla çevrili, içinde çok yüksek üç adet taş armudu ağacının yer aldığı bir yerdi burası. Kenarları çok sık kuş burnu ve karışık söğüt ağaçlarıyla çevriliydi. Gölgesi çok serin olan bir yerdi. Üstelik ortada çocukların rahatça oynayabileceği geniş bir alan vardı. Çocukların çoğunu tanıyordum. Çelik çomak oynuyorlardı. Beni de oyuna davet ettiler. Zevkle oyuna katıldım.

Ne kadar oynamıştık bilmiyorum. Vakit hızla geçmiş, güneş inişe doğru yönelmişti. Arkadaşlar tamam dediler, “Artık dönmeliyiz, biraz daha gecikirsek bir ton dayak yeriz.” Ben de oradan ayrılarak, kıvrıla kıvrıla Hanın Pınarına kadar ulaşan yola doğru yöneldim.  Hanın Pınarına uğrayıp, güzel bir su içmek ve elimi yüzümü yıkamak istiyordum. Çift çizgili ancak bir at arabasının gidebileceği genişlikteki bu yolda bir sağa bir sola doğru seke seke giderken Alibaz emmiyle karşılaştım. Şaşırdım, onun da bağ beklediğini unutmuştum.

Alibaz emmi babamın çok yakın arkadaşıydı.

–Ne o yeğenim, nereden böyle? Nasıl gidiyor? Seni de mi bağ bekçiliğine başlattılar?

–Evet Alibaz emmi, bugün başladım. Veysel ağabeyim bana bir alaçık yaptı, görme. Bu sabah eşyaları getirdik. Ben de sıkıldım, arkadaşlarla Arhazın Damında oyun oynadım.

–Aferin yeğenim. Şimdi git elini yüzünü yıka, dönüşte biraz konuşalım.

Eee Alibaz emmi çağırmışsa gidilirdi.  Hanın Pınarında kana kana suyumu içtim. Elimi yüzümü bir güzel yıkadım. Sonra da Alibaz emminin bostanına doğru yürüdüm.

Alibaz emmi beni tekrar görünce gülümsedi, yeni bağ bekleme arkadaşım geldi diye sevindi.

“Otur bakalım yeğenim şuraya” dedi. “Bağ beklemek çok güzel, bazen sıkılırsın yalnızlıktan, ama o kadar olacak, burada bir sürü komşun olacak, yakında başkaları da gelecek. Burası köyden güzel olur. Hem oyun arkadaşları da bulmuşsun.  Çok uzun süre bağdan uzak kalmamaya dikkat etmelisin” diye de ekledi.

Yalnız yaşayan insanların kendilerini dinleyecek birisini bulduklarında konuşmaktan zevk aldıkları gibi Alibaz emmi de benimle öyle konuşuyordu. Sürekli bir şeyler anlatmak zorundaymışçasına yeni yeni konular buluyordu. Sadece anlatmakla kalmıyor, beni de anlattığı olayın içerisine çekiyor, meraklandırıyordu. Anlattıklarını çoğu zaman anlamsız bulsam da sabırla ve bir bahane ile yanından ayrılana kadar dinliyordum. “Senin bu baban var ya, Hasan ağa çok çalışkan bir adam. Biz çocukluğumuzda babanla..” ve peş peşe yeni anılar geliyordu. Alibaz emmi konuşmaya başladı mı, o gün zamanın nasıl geçtiğini unutuyordum.

Akşamın ufku göründü, güneş batmaya başlamıştı. “Veysel ağabeyim de gelir artık, Alibaz emmi ben bağa döneyim” diyerek yanından ayrıldım.

İçimde karanlıkta dereden geçmenin korkusu vardı. Ama onu itiraf etmek pek mümkün değildi. Uzaklaşırken Alibaz emmi durumumu sezinlemiş gibiydi sanki. Seslendi;

“Yeğenim ben buradayım, korkma, köpek falan gelirse…” dedi.

Akşamın alaca karanlığı iyice çökmüştü. Alaçığın yanına bir sopa hazırlamıştım. Olur ya köpek falan gelirse kendimi savunabilecektim.

Ağabeyime yaklaşmak istercesine bir ara tarlanın köye bakan tarafına doğru yöneldim. Sonra alaçıktan fazla uzaklaştığımı düşünerek tedirgin biçimde geri döndüm. Henüz Veysel ağabeyim görünmüyordu.

Ağaç dalları sallanıyor, mısır yaprakları sanki özel korku üreten sesler çıkarıyordu. Karanlıkta bitkiler değişik görüntü ve karartılar oluşturuyordu. Uzaktan çoban köpeklerinin sesleri duyulmaya başlamıştı. Aklıma eskiden anlatılan kurt hikayeleri geliyordu. Ama hemen köpek seslerinden cesaret bularak onlar buralara gelemez diye düşünüyordum.

Bir ara hafifçe ıslık çalarak korkmayan çocuk rolü oynamaya çalıştım. Arkasından hafif bir türkü mırıldandım;

Kara tren gelmez m’ola

Düdüğünü çalmaz m’ola.

“Haydi be Veysel ağabey, gel artık…”

O da ne? Uzaktan bir karartı hızla bana doğru yaklaşıyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı.

Korkmayayım diye seslenerek geliyordu; “Güccük Gardaşım, alaçıkta mısın?”

Birden kendimi dünyanın en güvenli insanı gibi hissetmeye başladım. “Buradayım ağabey” diye karşılık verdim.

Bir elinde azık bohçası, bir elinde bakrac vardı.

–Ne haber Gardaşım, nasıl geçti bekçilik, korkmadın değil mi? Biraz geç kaldım.

–Yok ağabey. Güzel geçti, sadece çok acıktım, ekmeğim de bitmişti.

–Gel şöyle oturalım, ayın ışığında. Ablam pilav yapmıştı, gecikmeyeyim diye ben de yemedim. Haydi, beraber yiyelim. Anlat bakalım nasıl geçti günün, komşuların da gelmeye başlar artık, burası köyden şen olur. Pancarlara da bakarak ol. Teker yapacağım diye kimsenin tarlasından pancar alma ha!

–Tamam ağabey.

–Bak Gardaşım. Ben de senin gibi çocukken bağ beklerdim. O zaman Ali ağabeyim de yoktu. Korksam da yalnız yatardım. Sonra alıştım. Hem erkek adam korkmaz.

Yemeği bitirdikten sonra Veysel ağabeyim;

“Sen şunları topla, ekmeği iyice sar, kurumasın. Yarın azık getiren olmaz.  Yoğurdu sabah gölgeye koyarsın. Ben de yatağımızı hazırlayayım. Sonra da yatarız. Sabah erken kalkmam lazım” dedi.

Alaçığa girdik. Yatağa sırtüstü uzandığımızda yönümüz güneye doğru bakıyordu. Doğa çok güzel görüntüler veriyordu. Karnım doymuş, gözüm açılmıştı. Kendimi müthiş güvende ve huzurlu hissediyordum. Durmadan ağabeyime bir şeyler sorarak onu konuşturmaya çalışıyordum. Çok geçmeden Veysel ağabeyim sorularıma cevap vermemeye başladı. Yorgunluktan uyuyup kalmıştı. Biraz daha dışarının güzelliğini seyrettikten sonra kıvrılıp yatağın içine iyice yerleştim. Sırtımı Veysel ağabeyime verdim. Ara sıra duyulan köpek sesleri, yaprakların hışırtısı ninni gibi gelmişti bana.

Sabah uyandığımda, baktım, ağabeyim yanımda yoktu. Kıyamamıştı beni uyandırmaya, üzerimi güzelce kapatarak gitmişti erkenden. Gözlerimi ovalayarak testiden biraz su alıp yüzümü yıkadım. Güneş bayağı yükselmiş, “Amma da uyumuşum ha” dedim kendi kendime. Elime bir parça ekmek alarak bağın içinde dolaşmaya başladım.

Ağabeyim uyarmıştı ya akşam. Benim de aklıma teker yapmak düştü. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek gibi bir şeydi bu. Yanıma bıçak alıp Hanın Pınarına yöneldim.

Hanın Pınarına gelince bir güzel su içtim, testiye de doldurdum. O sene Hanın Pınarı pancar ekiliydi, ama daha pancarlar küçüktü. Bizim Hanın Pınarı gerçekten çok verimli bir tarlaydı. Mutlaka büyük pancar bulunurdu. Tarlada dolaşarak, argın kenarında kalmış güzel bir pancar buldum. “Evet, bundan çok güzel araba olur” dedim.  Pancarı sökerken yine de sağa sola bakıyordum. Çünkü büyüklerden biri görse kızar ve “Seni Hasan emmime şikayet ederim, pancara zarar veriyorsun” derdi. Babamın yanında böyle bir mahcubiyeti yaşamak istemiyordum. Bir elimde pancar bir elimde su testisi, kimseye görünmeden ağaçların arasından bağa doğru yöneldim.

Ahmet amcamın tarlasının dibinden büyük ağaçların arasından geçerken birine rastlamak endişesi beni korkutuyordu. Sonunda kimseye görünmeden bağa ulaşmıştım. İçimde büyük bir sevinç vardı. Bugün bağ beklemek çok zevkli olacaktı, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaktım.

Testiyi alaçığa bırakıp, bir kaysı ağacının altına geçtim. Bir elimde pancar bir elimde bıçak, sırtımı kaysının gövdesine verdim. Özenle pancarın pürünü temizledim, üzerindeki çamurları uzaklaştırdım. “Oh pancar da çok düzgünmüş, tam silindirik gövdeli, çok güzel teker olacak” diye bir daha sevinçle iç geçirdim. Püre yakın, en geniş ve sert kısmından iki teker çıkarmam lazımdı. Zor işti. Pancarı fazla yaralayıp işe yaramaz hale getirmeden 10-15 mm genişliğinde düzgün bir dairesel parçalar kesmem gerekliydi. Teker yerlerini özenle belirledim. Önce bıçakla yavaş yavaş iz yaparak oyuyordum. Sonra da sert bir zemin üzerinde elime bir taş alarak, bıçağın üzerine vurup, düzgün bir şekilde kesmeye çalışıyordum. Bıçak yan dönerse, teker bozulur ve bir pancar daha sökmek zorunda kalırdım. Güç bela da olsa iki adet düzgün ve eşit kalınlıkta tekerlik malzemeyi çıkarmıştım. Geri kalanı da gövde yapacaktım. Kamyon gövdesi olacak, iki tekeri olan, bir ucuna sürmek için bir çubuğun takılabileceği ve içinde kum veya toprak taşınabilen bir gövde. Tekerleri özenle işlemeye başladım.

Özellikle tekerlerin dış kısmına çok özel izler yapılırdı. Birbirini gören toprağın üzerinde özel bir nakış deseni bırakan izler. Bazen düşünüyorum da, hiç teker yapısı görmeden bugün kullandığımız araçların tekerlerindeki izlerden daha güzel izler yapardık. Lastik imalatçıları o izleri görmeliydi.

En fazla bir araba genişliğinde, ortası yeşillik, iki kenarı araba tekerlerinin etkisiyle ufalanmış, ince topraktan oluşan ve birbirini kusursuz kıvrımlarla izleyen yollarda pancar tekeri sürmek dünyanın en zevkli işlerindendi. Tekerin geride bıraktığı iz, büyülü bir desen oluşturduğu için görsel bir şölen sunardı. “Bak bu iz benim arabanın, seninkinin deseni hiç güzel olmamış” diye birbirimize takılırdık.

Ve tekerlerden sonra gövdeyi de özenle hazırladım. Sanki mimarlık eğitimi almış gibi, çok özel görünümlü, toprak taşıyabileceğim bir kamyonum olacaktı. Sonra tekerleri takacak ince düzgün bir çubuk, bu çubuğun döneceği yuvanın açılması ve sürmek için ihtiyaç duyulan çubuk da deredeki ağaçlardan özenle kesilince, aşağı yukarı iş tamamdı.

Teker tam olarak bittiğinde bir süre seyredip, eserime bakıp gururlanırdım. Hemen yola çıkıp, arkadaşlarıma göstermek isteğiyle onu sürmeye başladım.

O gün nasıl hızlı geçti bilmiyorum. Ne Alibaz emmiye uğrayabildim, ne de Arhaz’ın Damına, yaklaşık 1 km’lik büyülü yolda, bir aşağı bir yukarı koşturup durdum. Bir ara Alibaz emminin sesini duyduysam da yolda teker sürmenin keyfini bozmamak için duymamazlığa verdim.

Akşam alaçığın arkasına sakladım arabayı. Ama ağabeyim nasıl olduysa bunu anladı.

“Getir göreyim şu arabayı, bakalım güzel yapabilmiş misin?” dedi.

Başkasının pancarını alıp almadığımı sordu, doğruyu söylemem için yemin ettirdi. Korkarak getirdim arabayı.

“Aferin” dedi. “Bu defalık ben görmedim, Arabayı güneşte bırakma, başka pancar da sökme. Yarın emmim gelirse arabanı sakla, biliyorsun kızar…”

Dünyalar benim olmuştu. Arabam vardı ve ağabeyim kızmamıştı. Artık istediğim kadar oynayabilecektim.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler