4-Hasan Dedenin Çiftliği

Bir gün karar verir Hasan dede, kıracak bu kıtlığın belini, bolluk getirecek aileye ve çevresine. Öyle ya köye baraj yapılsın diye bağlarını bağışlayınca, üzümsüz, pekmezsiz ve meyvesiz kalan aile için bir şey yapmak lazım. Uzun bir değerlendirmeden sonra, köye üç km uzaklıktaki Vahanlar adıyla bilinen üç dönüm tarlayı bağ yapmaya karar verir.

Zaten arpa ve buğdayın verimi çok azdır. Önce tarlaya 3.000 üzüm çubuğunun dikilmesi, kenarlara ve dörtgen şeklindeki ortalarına birer hat düzeni içerisinde, 120 kayısı, 10 şeftali, 10 Elma ve 5 Armut dikilmesi planlanır. Hasan ağa tüm eşe dosta ulaşır. Özel çekirdekleri ve fidan cinslerini temin eder. Öyle ya ağa çocuğudur; çok seveni ve sayanı vardır. Zorlu iş başlar; önce toprak hazırlanır, evin yanındaki bahçeye çekirdekten fidanlar ekilir ve iki yıl içerisinde bahçede dikilebilecek hale gelirler. Hasan ağanın yanında oğlu Mehmet Koç vardır. Diğerleri daha çok küçüktür, Mehmet Koç (Ali Gardaş) da henüz onbeşindedir.

Hasan ağa baba ocağından ayrıldığında tarlalar, arazi, bağ bahçe paylaşılır. Hasan ağaya bağ düşmez kurada. Ama ayrıları gayrıları yoktur, tüm aile faydalanmaya devam eder bağlardan. Anadolu’da bağ bereket abidesidir. Nerdeyse tek ve en önemli gıda kaynağıdır insanların. Zira arazi var, su yok. Kışın, insan boyuna ulaşan kar ve baharda yağan yağmurlar uçar gider, yaza gelince bir damla su kalmaz. Susuz topraktan mahsul almak çok zor.

Mahmut ağa (Hasan ağanın en büyük kardeşi), Cemal ağa (Hasan ağanın en küçük kardeşi), Dursun ağa, Zenci ağa, Mikdat ve Feramuz emminin çocuklarının bağlarının olduğu cennet gibi bir bağ vadisi vardır köyün hemen üst kısmında ve köye nerdeyse 300-400 metre mesafede. Bağ mı bağ, ortasından dere geçer, içinden kendi kaynak suları çıkar. İki yanda meyve ağaçları, küçük küçük bereket fışkıran bahçeler, üzüm bağları, damı, yatacak yeri ve türlü türlü ağaçları olan, özellikle ceviz ağaçlarıyla ünlü bir cennet görünümündedir. Yaza doğru burası bir panayır yerine döner.

Hele o pekmez yapımı zamanı yok mu hala hayallerden gitmez. Büyük bir şenlik olur. Olgun üzümler toplanır, torbalara konarak ahşap haftın yanına getirilir. Her torbaya ölçülü bir tasla özel killi bir toprak konur; pekmez oluşum sürecinde ihtiyaç duyulan fermantasyon sağlansın diye. Ağzı bağlanan torbalar sırasıyla hafta konarak özenle çiğnenir. Süzülerek üzüm posası ve üzüm suyu birbirinden ayrılır. Büyük üzüm kazanlarına konarak bir daha kaynatılır ve oluşan köpük yüzeyden alınır. Geniş leğenlerde bir süre dinlenmeye bırakılır, böylece oluşan tortunun dibe çökmesi sağlanır. Yeniden kazanlara konarak pekmez kıvamına gelinceye kadar kaynatılır. Sonra özel küplere konarak dinlenmeye ve saklamaya bırakılır. Artık kış güvence altındadır. Pekmez tokluk, pekmez enerji demektir.

Cemal amcanın bağının kenarında diğer bağlardan farklı olarak çok güzel gilaburu ağaçları bulunmaktadır. Bir inci gibi yan yana parlayan, nerdeyse makasla özel olarak aynı boyda kesilmiş gibi düzgün görünümdeki bu ağaççıklar, insan boyunu çok az geçen, geniş yaygın dalları aşağı doğru salkım salkım kıp kırmızı gilaburu taşıyan bu ağaççıklar özel bir anlam katar bölgeye. Tam kızarınca özenle toplanarak küplere doldurulur ve üzerine su eklenir. İçine arpa ve nohut konarak birkaç kez acı suyu alınır. Sonrasında kışa zevk katan değişik bir lezzet süsler sofraları.

Hemen bu bağlık alanın sol yamacında, Yayla damı, Siypak kaya, hanımların tokaçla çamaşır yıkadıkları, dere kenarında kayalarla çevrili. O dönemin en önemli hizmet alanlarıdır; sanki özel tasarlanmış bir çamaşırhane, yan yana en az 20 hanım ellerinde tokaçlarla * çamaşır yıkarlar.. Pat, küt, pat, küt.. Bu da ayrı bir renk, özel bir değer katar bölgeye. Ancak, bu güzelliklere rağmen tek başına bu bölge insanların geçimini sağlamakta yetersizdir. Köyün altındaki büyük geniş arazi susuzluk nedeniyle verimsiz kalmakta, insanların bir yıllık emeği, çabası susuzluğa yenik düşmektedir.

Köyün ileri gelenlerinden Güccük ağanın oğlu muhtar Cemal, bu bağların sahiplerinden birisidir. Cemal ağa, “Bu köyün talihini nasıl değiştiririz” diye uzun süredir düşünmektedir. Devlet o yıllarda az da olsa köysel gelişime destek olmaya, yollar ve barajlar yapmaya başlamıştır. Cemal ağa köyün en eğitimli insanıdır. Bir ayağı doğuştan diğerine göre çok kısa olduğu için özel bir değnekle yürümektedir. Bu nedenle aksamasa da zamanla ünü muhtar topal Cemal, Güccük ağanın oğlu diye yayılır. Bölge köylerinin tüm hesap işleri ondan sorulur. Akıl babasıdır bölgenin.

Cemal ağa bu baraj düşüncesini araştırır. Bölgenin eğimli yapısı, su varlığı her şey baraj için uygun görünmektedir. Devlet Su İşleri’nden yardım ister. Değerlendirme ekibinin kararı olumludur; “Sizin köy, hele gördüğümüz bağların olduğu alan, bu bölgede baraj yapılabilecek en ideal alandır. Sadece sizin köyün değil o civardaki yakın köylerin kaderini de değiştirecek bir karar var önünüzde” muhtar efendi derler. Muhtar Cemal ağa ailesini ve onların yaşayacakları güçlükleri düşünür ve köyün ve bölgenin geleceği adına bu zor kararı verir. Hemen, baraj yapılması talebini köy adına resmi olarak yapar. 1972 yılında köyün ve bölgenin geleceğini değiştirmek ümidiyle tüm bu bağ yerlerinin kamulaştırılmasına evet denir.

Bu işin başını çeken, baraj işinden en çok zarar gören Muhtar Cemal Koç önce ailesini, kardeşlerini ve akrabalarından başlayarak tüm köyü ikna etmiştir. “Bölgenin geleceği için bu fedakarlıkta bulunmak zorundayız” demiştir. Sonunda insanüstü çabası ve aydın görüşüyle baraj yapılır Kümeörene. Bu arada köy halkının önemli bir yaşam kaynağı olan o bağlık alan tarihe karışır. Artık ne üzüm vardır, ne kaysı. Ne ceviz, ne de gilaburu.* Çoluk çocuk ne yiyecek, bu sonuçta en çok etkilenen de elbette bağların sahipleridir.

Bir ilkbahar günü, Hasan dede, “Haydi” der, “Oğlum, önce şu dereye bir set yapalım. Oradan buraya su gelmez. Gelse de gelinceye kadar yolda toprak emer, bitirir.” “Peki, ne yapacağız” der Ali Gardaş, “Kovalarla su taşıyacağız” der Hasan dede. Akıl işi mi, ama karar verilmiştir. Emine hatun, Ali Gardaş ve Emişen bacı başlarlar suları taşımaya. Emeklerine acımadan çalışırlar ve tanrı da yardımcı olur onlara. Kısa sürede filizlenmeye başlar üzüm çubukları. Fışkırmaya başlar yuvalarından, sanki ümit vermek istercesine fidanlar.

Ve bir yaz geçer. Fidanları kurutmadan yaşatmayı başarır aile. Bunun için ne kadar su çekilir, bilinmez. Ancak omuzlarının düştüğü, zaman zaman dermansız kalındığı ama pes etmedikleri tüm aile fertlerinin hafızalarındadır.

Ertesi yıl filizler çıkmaya başlayınca, aileyi büyük bir sevinç alır. Sonbaharda tekrar, tek tek çevresini kazıyıp belleyerek hazırladıkları yalakları suyla doldururlar. İlkbahar yeniden geldiğinde ise fidelerin kışın bereketinden su ihtiyacını karşıladığı ve uyanan doğa ile birlikte, ışıldayan güneşle yaşam belirtilerinin başladığına tanık olurlar. Bu yeni bir umut demektir, aile için. Hasan ağa oğlum hazırlık yapalım yine derede, mevsim kurak geçerse iş başa düşebilir. Emine hatun itiraz eder, “Herif öldürdün bizi, bu kadar çok dikmek zorunda mıydın?” Hasan ağa gülerek birazda fırçalama edasıyla seslenir: “İki üç yıl içerisinde dünyanız değişecek, Çıtağın kızı senin aklın ermez” der.

Hasan ağa, kızdığı zaman Çıtağın kızı derdi eşi Emine hatuna. Bunda ne olumsuzluk vardı bilinmez ama bu kelime babanın kızgınlığının karakteristik bir göstergesi olarak değerlendirilirdi. Anne Emine hatun ise iş tatlıya bağlansın diye gülerek uzaklaşırdı oradan. Gerçekten daha iki yıl geçmeden üzüm çubukları, ben buradayım diye bağırmaya başlardı. Meyve fidanlarının çok büyük bir kısmı tutmuştu. Sonbahar geldiğinde aile üyeleri haydi derler; “Artık şunları budayalım, diplerini kazalım, biraz ahbın * atalım ve tekrar kışa hazırlayalım.”

O yıllarda bağ belleme çok önemli bir işti. Harmanlar kaldırılıp yaz sıcağı geçmeye başladığında bağda ilk iş başlardı. Öncelikle üzüm çubuklarının dipleri hafifçe açılarak kışın ihtiyaç duyacağı suyu iyice alması sağlanırdı. Kış çıkıp bahar gelmeye başladığında ise yeni ve zevkli bir iş dönemi başlardı. Çubuklar uygun şekilde budanır, arkasından ise bağ bellenirdi. Böylece toprağın iyice havalanması sağlanır, suyunu güneşini daha iyi alan kökler daha güzel sürgünler verir, daha lezzetli ve verimli ürünler yetiştirirdi. Bu dönemde köydeki gençler doğaçlama bir organizasyonla bir araya gelir, sırasıyla ne kadar bağ varsa bellerlerdi.

Veysel ağabeyin delikanlılığı dönemindekilerden iki üç hatıra Hüseyin’in hafızasından hiç kaybolmaz. Köyde yetiştirilmiş tavuklar kesilir. Gençlerde çalışırken oluşan sohbet kıskandıracak niteliktedir. Çocuklar onları duyabilmek için nerdeyse bellerinin dibinde dururdu, hele o bağın işi bittiğinde, gençlere ziyafet verilirken oluşan hava yok mu, çocuklar mest olurlardı bu ortama. Yokluk içerisinde özenle hazırlanan ve birlikte aynı tabaktan yenilen yemekler, hele de üzerine yenen hurmacık tatlısı tüm yorgunlukları unuttururdu.

En çok akılda kalan anılardan birisi de yeni yetmeye başlayan üzümler ve Hasan dedenin sözleridir. “Oğlum bak bakalım; alaca düşmüş mü üzümlere, dikkat et, koparırken zarar verme, makasla kes”. “Dirmit, eldaşı, karabekir, göcek, devedişi, topakkara, kabuğu kalın, dökülgen, morasmalık” akla gelen üzüm çeşitlerinden bazıları. Her birinin ayrı bir lezzeti, tadı vardır. Hele yanında taze bir pobuç ekmeğiniz varsa, geride, ne açlık ne de yorgunluk kalırdı.

Gerçekten o bağ, uzun yıllar bereket abidesi oldu. Sadece Hasan dedenin ailesi, akrabaları değil, çoğu köylü yararlandı bu bağın bereketinden. İnsanlar üzümlerini, kaysılarını aldılar, kışlık kaysı bile kuruttular oradan. Ayrıca bir başarı modeli olarak alındı Hasan dedenin bağı; bölgede benzer bağlar hızla çoğalmaya başladı.

Bugün, o bağın filizlerine hala rastlarsınız. Kaysılarından beş altısı hala inat ediyor ve sanki geçmişin değerlerini yaşatmak istercesine yaşama savaşını sürdürüyor. “Belki biri bana yeniden değer verir, ben de bereketimi hiç esirgemeden insanlara yine sunarım” dercesine… Hasan ağanın bağında hala yaşam belirtileri var. Dikkatli bir gözle bakıldığında Hasan ağanın bağındaki yaşama azmini hala görmek mümkün.

Check Also

Ali Gardaş/Resimler