Adana Erkek Lisesi’ndeki ikinci yılıma başlamıştım. Lise iki oldu ya, artık kendimi okulun kıdemlisi sayıyordum.
Okula dolmuşla gidip geliyordum. Adı üzerinde dolmuş, Adana’daki 1970 ve 1980’lerin en popüler taşıma vasıtasıydı. Genelde adına uygun şekilde hiç boş gelmezdi. Bu yüzden bisikletle gidip gelenlere imrenirdim. Onlar gibi ben de bisikletle gidip gelmek istiyordum. Bisiklete binmek çocukluğumdan beri hayalimde vardı. İlkokulda, Kümeören’e bisikletle gelen bir akrabamızda görmüştüm. İki gün kalan akrabalar ile harmanda bisiklet turu yapmıştık. Çok hoşuma gitmişti. Zaman zaman “Bir bisikletimiz olsa, bağa bahçeye gitmek ne kadar kolay olurdu, sürekli yürümek, azık yetiştirelim diye koşarak gitmek zorunda kalmazdık” diye düşünürdüm.
Okula bisikletle gidersem hem hayalime kavuşmuş olacak hem de dolmuş parasından kurtaracaktım. Böylece Ali ağabeyime daha az yük olacağımı düşünüyordum.
Ali ağabeyim pek oralı olmamıştı. Tehlikeli olur, yorulur, dersi olumsuz etkilenir diye düşünüyordu.
Bisiklet konusunu iki üç hafta her fırsatta gündeme getirmiş ama sonuç alamamıştım.
Bir hafta sonu Gomerle köye Misis’e gittiğimizde izinsiz bir hamle yaptım. Ağabeyimin yanında Mehmet dayıma sordum.
“Dayı bisikleti kullanıyor musunuz?” Ben okula giderken dolmuş bulmakta çok zorlanıyorum da. Eğer kullanılmıyorsa, biz onu Adana’ya götürebilir miyiz.”
Dayım; “Yeğenim boşta duruyor, alın götürün. İhtiyacınız vardı da neden istemediniz” diye de sitem etti. Sonra;
“Oğlum Osman, çıkar şu bisikleti, güzel bir bakım yap, bu çocuk bilemez. Bak bakalım bir eksiği var mı? Balataları değiştir, ayar yap” dedi.
“Ama bak yeğenim, araba yolunda sürmeyeceksin, dikkat edeceksin o konuda anlaşalım. Sen bize emanetsin, önce burada biraz alış, sonra götürürsünüz. Orda da hemen şehir trafiğine çıkmak yok, Ağabeyin iyice sürdüğünü görüp onay verince okula da gidersin” diye ekledi.
Bu, oldu bittiye, Ali ağabeyim de bir şey diyememişti. Bu arada Veysel ağabeyim de bisiklete meraklıydı. Hem de benim çok istediğimi biliyordu. “Ağabey, bahçelerden hafta sonları portakal da getiririz” diyerek beni desteklemişti.
Bisiklet kullanmak gerçekte göründüğü gibi değildi. Misis’te o hafta sonu biraz sürdüm. Hatta bir ara düşüp kolumu sıyırdım. Ama kimseye göstermedim.
Bisikleti Gomer’in arkasına attık. Sonunda bisikleti Adana’ya getirmeyi başarmıştım. Bisiklet boyuma göre oldukça yüksekti. Ama çok sağlam bir şeye benziyordu. Frenleri çok sertti. Sürmek bayağı enerji istiyordu.
Kocaman bisikletin üzerinde küçücük kalsam da mahalledeki toprak sahada süre süre, kısa süre sonra alıştım. Evin yakınındaki boş alanlar ve sokaklar benimdi artık.
Sonbahar uzun sürmüştü o sene, bir kilit ve zincir aldım. Liseye bisikletle gelen çocuklar bisikletlerini demirlere kilitlerlerdi, ben de öyle yaptım.
Liseye bisikletle ilk gidişimde heyecandan sırılsıklam ter içinde kalmıştım. Öyle ya yol kenarından gitmek her zaman mümkün olmuyordu ve zaman zaman da olsa trafiğe çıkmak gerekiyordu. Derken bisikletle gidip gelmeye alışmıştım. Hatta bazen uyarıları unutup traktörlerle yarıştığım da oluyordu. Bu bisiklet işi hareket yeteneğimi artırmıştı. Önceden yol masrafı olmasın diye fazla sağa sola gitmezdim. Şimdi tabana kuvvet Yeşilevler, Kanal Köprü, ver elini baraj. Mübarek, sanki altımda mercedes vardı.
Hafta sonları bahçelere gidip çok özel portakallar getirmeye başladım. Ali ağabeyim sık sık “Her gün bisikletle gitme. Oğlum bak, traktörlere takılma” diye uyarırdı.
“Tamam ağabey” merak etme dedim.
Bir gün evden okula giderken biraz geç kalmıştım. Eğer çok hızlı gitmezsem ilk derse yetişemeyeceğimi düşünüyordum. Evimiz ana yola bir km kadar uzaktaydı. Toprak ve çimenlik bir yoldan sonra ana yola ulaşıyorduk. Buraları hızla geçtim. Özbucağın biraz ilerisinden Erkek Lisesinin önünden geçen, Adana’nın klasik ana karayoluna ulaştım.
Biraz daha hızlı gitmem gerekiyordu. Pedala yüklenirken beni sollayıp geçen traktöre gözüm takıldı bir an. Büyük, kocaman ve arkasında teknesi olan Jhondere tipi bir traktördü. Canavar gibi gidiyordu. Sanki traktör değil kamyondu. Biran arkadan tekneden tutarak biraz gitmeyi düşündüm. Sonra düşünmekle kalmayıp, pedala hızla yüklenerek son bir gayretle teknenin sağ arkasından yakaladım.
Sol elim teknede, sağ elim bisikletin direksiyonunda, teknenin köşesinden tuttuğuma pişman olmuştum, ama iş işten geçmişti.
Traktör gittikçe hızını artırıyordu. Tekneyi bıraksam, kontrolü sağlayarak yavaşlamam pek mümkün görünmüyordu. Hızla tekneye çarpmam veya dengemi kaybederek yola ya da kaldırıma yuvarlanmam çok büyük olasılık dahilindeydi. Beni görmeyen sürücü, sanki cezalandırmak istercesine hem kaldırıma oldukça yakın sürüyor, hem de hızını bir türlü azaltmıyordu. Tek ümidim biraz ilerde hava alanı kavşağındaki dörtyol ve ışıkların olmasıydı. İnşallah kırmızı ışığa rastlar da traktör durur ve bende traktörden kurtulurum diye düşünüyordum.
Gerçekten iki üç kez kaldırıma sıkışmak ve kendimi yolun kenarına betonun üzerine atmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmış, kıl payı kurtarabilmiştim.
Havaalanına yaklaştığımızda traktör hızını azaltmaya başlamıştı. İlk fırsatta, olağanüstü bir dikkatle sol elimi tekneden kurtardım ve hızla bisiklete, diğer elimin yardımına aldım. Hem frene azar azar basmaya hem de dengemi kaybetmemeye çalışıyordum.
Çok zor olmuştu, ama dengeli bir şekilde hızımı azaltmayı ve traktörden kurtulmayı başarmıştım. O gün traktör sayesinde derse zamanında yetişmiştim. Ancak gerçekten çok büyük tehlike atlatmış, en önemlisi Ali ağabeyime verdiğim sözü tutmamıştım.
Bu son oldu, bir daha asla traktörlere takılmadım, hatta onları görünce yukarı kaldırıma çıkarak uzaklaşmaya çalışıyordum…