Hayatımın en kâbus dolu yılı hangisi diye sorarsanız Ortaokula başladığım yıl olduğunu söyleyebilirim. İlkokulu başarıyla bitirmiş, ortaokula da kaydımı yaptırmıştım. Okula başlayacağım için sevincime diyecek yoktu. Daha okul açılmadan hazırlıklara başlamıştım bile. Kitap ve defter ihtiyaçlarım ile pantolon, kravat ve iskarpin ayakkabı da ilçede kurulan pazardan alındı. Ancak paramız olmadığı için ceket alamamıştık. Ceketi de Almanya’da işçi olarak çalışan eniştem verdi. Ceket biraz büyüktü, rengi balık sırtı yeşilimsi bir renkti; ışığı gördükçe kendiliğinden yanıp sönüyordu. Şimdi olsa mükemmel bir ceket diyeceğim ama o zamanlar çok dikkat çekiciydi ya da bana öyle geliyordu; sanki bütün gözler üzerimdeymiş gibi hissettiriyordu. Ceket sırtımda ağır bir yük, bir utanç kaynağıydı. Bu hissi üzerimden atamıyordum. Maalesef bu halim eğitim hayatım boyunca devam etti. Zaten utangaç, içine kapanık biriydim, ceket de bu durumumu iyice pekiştirdi. Ceketi üzerime giydiğim anda sanki herkes bana bakıyormuş ve beni izliyormuş gibi hissediyordum.
Okulun ilk günüydü. Sabahın erken saatlerinde güneşin ışığıyla bir yanıp bir sönen ceketle birlikte yürümeye başladım. Okula erkenden vardım, böylece kimsenin dikkatini de çekmemiş olacaktım. Bir süre sonra zil çaldı, okulun bahçesine çıkmamızı ve sıra olmamızı istediler. Sınıftan çıkıp okulun girişinde sıralar halinde dizildik. Okul müdürü okulda uyulması gereken kurallarla ilgili açıklama yaptı. Konuşmanın ardından öğrencilerle birlikte ben de kendi sınıfıma gittim. Sınıfımızın mevcudu 42 idi. Kalabalık bir sınıftı, sınıfta 14 sıra vardı ve her sırada da üç öğrenci bulunuyordu. Öğretmenimiz ilk dersi bizleri tanımaya, tanışmaya ayırdı. Tanışma sınıfın sağ ön köşesindeki sıradan başladı. Sırayla her öğrenciyi kaldırıyor, kendisini tanıtmasını istiyordu. Ben, sınıfın ortasına yakın bir yerdeydim. Daha sıra gelmeden heyecanım artmış, boğazım kurumuştu. Yanıp sönen ceketin altında bütün bir sınıfın gözleri üzerimde dolaşıyor gibiydi. Heyecanımın dozu öyle artmıştı ki, kan yüzüme sıçramış kıpkırmızı olmuştum. Bir taraftan terliyor, bir taraftan tedirgin gözlerle bu kâbusun bitmesini bekliyordum. Kendimi tanıtma sırası bana geldiğinde neredeyse bir robot gibi çok kısa bir şekilde kendimi tanıtıp yerime oturdum. Yanımdaki arkadaşım kendisini tanıttığı anda kendi sıramın geçtiğini anlamış oldum. Bu beni biraz olsun rahatlattı. Dikkat çekmeden terimi soğutabilirdim artık.
Kalabalık ortamlardan hoşlanmıyordum. Bana yönelmiş bir sürü gözün odağındaymışım gibi tedirgin oluyordum. Vücudum da buna uygun tepkiler veriyordu. Yüzüm kızarıyor, avuç içlerim ve koltuk altlarım dikkat çekecek derecede terliyordu. İçim içimi yiyordu, niye ben böyleyim, bu kabustan kurtuluş yok mu diye kendi kendime serzenişte bulunuyordum. Çaresizlik içerisinde kıvranıyordum; aklıma gelen ilk çözüm o kötü anları yaşamama sebep olan her türlü ortamdan uzaklaşma fikri oluyordu. Böyle düşünsem de o tür ortamlara girmekten kendimi alıkoyamıyordum. Derslerime ise çok çalışıyordum, buna rağmen başarı seviyem ortalamanın biraz üzerini ancak geçiyordu. Derslerdeki başarım da ikiye ayrılıyordu. Yazılı sınavlarda en yüksek veya ona yakın bir not alıyordum, ancak sözlü sorulara bildiğim halde en kestirme cevap olduğu için bilmiyorum diye karşılık veriyordum. Bu durum Sosyal Bilgiler öğretmenimin de dikkatini çekmişti. Beni çağırıp nedenini sordu; sustum, kem küm ettiysem de somut bir şey diyemedim…